"I should not talk so much about myself if there were anybody else whom I knew as well." - "Eğer bir başkasını daha iyi tanıyor olsaydım, kendimden bahsetmezdim." - Henry David Thoreau

Cuma, Aralık 26, 2008

Yeni Yıl, Yeni Şablon

2009 yılına girmemize sayılı günler kaldı. Ben de yeni yıla girmeden Blogumda bir iki değişiklik yapayım dedim. Benimle, hayat felsefem, düşüncelerim, yorumlarım ile ilgili tüm yazılarım 2009 yılında da buradan devam edecek. Anlatacak çok şeyim var, yazmak, hissettiklerimi aktarmak, öğrendiklerimi paylaşmak istiyorum. Bakalım 2009 da bunu ne kadar gerçekleştirebileceğim.

Ayrıca Oracle ile ilgili olan sayfamı da tamamen yeniledim. Bundan böyle bilgi paylaşımıma daha da ağırlık vermeye çalışacağım. Her yerde olduğu gibi Oracle dünyasında da değişim rüzgarları esiyor, ve bu aralar beni çok heyecanlandıran projeler ile uğraşıyorum. İş yerinde epeyce yoğunum ama bundan şikayet etmiyorum aksine hoşuma gidiyor.

Bu kısa bilgiden sonra gelelim 2009 dileklerine (Sağlık, Mutluluk, Para). Evet "Global Kriz" 2009'u zor bir yıl yapacak. Ama krizin sadece PARA ile ilgili olduğunu söylememe gerek yok herhalde. O halde 2009 paradan daha değerli şeyleri önemseyen insanların, yani bizlerin yılı olsun. 2009' da hepinize sadece sağlık diliyorum, mutluluğu yaratmak sizin elinizde, bu ikisi varsa para olmasa da olur.

http://tekmen.blogspot.com/' sayfası için Our Blog Templates sitesindeki "The Professional Template" isimli şablonu kullandım. Üzerinde biraz değişiklik yaptım. http://oraclepro.blogspot.com/ sayfası için ise aslında bir Wordpress şablonu olan Garland ı kullandım. Garland' ı Blogger uygulamaları için uygun hale getiren geliştiricilere teşekkür ederim.

Read more...

Cumartesi, Kasım 15, 2008

Sakallı Celal

Celal Yalınız düşünür ve filozoftur. Sakallı Celal olarak bilinir; Orhan Karaveli sağolsun Sakallı Celal'i tanıtan bir kitap ile bir nevi Türkiye' nin kendi Thoreau' sunu tanıma fırsatı vermiş bizlere.

"Türkiye durmaksızın doğuya giden bir gemidir, bazıları bu geminin güvertesinde batıya doğru koşarak batıya gittiklerini sanırlar."

"İnsanoğlunda zeka, midyedeki inci gibidir. Hepsinde bulunmaz"

"Bu kadar cehalet ancak tahsille mümkün olur."

"Bu ülkede ilgililer bilgisiz, bilgililer de ilgisizdir."

"hiçbir yoğurtçunun yoğurt olduğu görülmediği gibi, hiçbir türkçünün de türk olduğu görülmemiştir."

"... aleyhindeki asılsız suçlamalar nedeniyle odasını basıp 'suç delili' aramışlar ama bir şey yok! 'hani nerede, söyle! yerini göster' diye sıkıştırmışlar sakallı celal'i. Aslan yeleli adam bir hakim edasıyla işaret parmağını kafasına dokundurarak "aradıklarınız bunun içinde!".. demiş..."

Diyordu ki Sakalli Celal: "İstanbul sokaklarında kolu bacağı acayip şekilde çarpılmış dilencilere rastlıyordum. Bir gün Sivas' ın bir ilçesinde kaymakamlık yapmış bir arkadaşımdan işittim ki, o ilçenin köylerinden birinde dilenci yetiştiriliyormuş. Çocuk doğduğunda henüz kemikleri kıkırdak halinde iken ana-babası kolunu bacağını büküyormuş ve zamanla çocuk acayip bir görünüm alıyor; büyünce de İstanbul`a postalanıyormuş. Dilenci şebekesinin eline..."

Sakalli Celal anlatmaya devam ediyordu: ''Doğa 'da rahvan yürüyen at yoktur. Bütün atlar tırıs gider: üstüne binen de at koştukça zıp zıp zıplar. Ama, herifçioğlu atın üstünde rahat gitmek için daha tay iken ön ve arka ayaklarını iki taraflı olarak iple bağlıyor. Tay, yürümek için ön ayağını ileriye atınca ip arka ayağını da çekiyor ve tay zorunlu olarak yaylana yaylana yürümeye başlıyor ve zamanla buna alışıyor. Bir süre sonra adam ipleri çözünce at rahvan yürümeyi sürdürüyor. Doğal yürüyüşünü de unutmuş oluyor...... Nasıl, insanın kolu bacağı acayip şekillere sokulabiliyor; atın doğal yürüyüşü değiştirilerek doğal olmayan bir biçimde yürümeye alıştırılabiliyorsa, bizim bir başka organımız olan beynimiz de aynı yöntemle bozulabilir, sakatlanabilir! Cennet, cehennem hikayeleriyle yıkanmış beyin doğru düşünme yetisini kaybeder. Boş inançlara saplanıp kalır, gerçeklere ulaşamaz. Bir kez sakatlandıktan sonra beynimizi eski sağlığına kavuşturmak çok zordur. Ancak, çok okumakla, kültürümüzü genişleterek ve derinleştirerek belki sağlanabilir"

Devam etmiş, sakallı Celal, "Bir Çin filozofu ufka bakıyormuş; uzaklardan bir deve kervanının geçtiğini ve develerin sırtında ipek kumaşların asılı olduğunu görmüş. Bunları insanlar için taşıyor olsalar gerek. Sonra da şöyle düşünmüş: yeryüzünde deve az insan ise çok, bazı işleri insana yaptırmalı! Bizim filozof ertesi gün eline bir ip almış, zavallı bir Çinliyi belinden bağlayıp götürmüş tarlasına. Elindeki ucu sivri değnekle kıçını dürtünce Çinli can havliyle ileri atılmış, filozof da ipin öbür ucuna bağladığı sabanını toprağa batırıvermiş, başlamış tarlasını sürmeye. Çinli kan ter içinde ipin ucundaki sapanı çekerken filozofun ipi beline nasıl bağladığını düşünmeye başlamış ve düğümü çözerek kaçmayı başarmış. Filozof, ertesi gün zavallı köylüyü yakalayıp kolundan bağlamış. Adam gene çözmüş, boynundan bağlamış gene olmamış. Neresinden bağlasa çözülüyor. Filozof, "öyle bir yerinden bağlayım ki eli yetişip çözemesin" diye düşünmüş ve adamın beyni aklına gelmiş. Beynini bağlarsa eli kafasından içeri giremeyeceğine göre düğümü de çözemez diye düşünmüş ve öyle de yapmış. Sakallı Celal, bu hikayeyi anlattıktan sonra, "İşte o günden beri bir takım insanlar büyük kitlelerin beynini mistik ve metafizik düşüncelerle bağlayarak yoksul insanları emirlerinde kullanıyorlar" diyerek konuşmasını bitirmiş.

Read more...

Salı, Ekim 28, 2008

Internete girmek tehlikeli ve yasaktır . . .

Politikacı olmak için yeter ve gerekli şart atıp tutmak olmalı. Sorsanız hepsi Türkiye'nin sorunlarının farkındadırlar, hepsi problemlerimiz ile ilgili saatlerce konuşabilirler, -cağız, -ceğiz li konuşmalara alıştık artık da, ülkemin kaderi bu mu olacak ona yanıyorum ben. Bu ülkede merhum Kahveci' den sonra "Gören" bir "Bakan" olmayacak mı? Nedir bu şimdi yaw, Türkiye' de 1 kişi var mı bu internet yasaklamalarına destek veren? Sanmıyorum. Peki neden bu kadar site kapalı? Efendim yasada açık varmış, ee peki bu yasadaki açık ne zamandır var ve şu ana kadar kaç masum site (1125) bu açıklıkta kayboldu? Peki neden bu "açık" kapatılamıyor da bu kadar site kolaylıkla kapatılıyor? Bu yaşıma geldim, Türkiye Bilişim dünyasındaki bir çok organizasyona katıldım, toplantılarda bulundum, söz sırası politikacılarımıza geldiğinde söylenen şeyler üç aşağı beş yukarı aynıdır. "Türkiye 2. bir Hindistan olmalıdır, hepimiz buna inanıyoruz ve gençliğin önünü açacak hamleleri bir bir atıyoruz, bla bla bla bla bla bla bla bla", bu mudur yani attığınız adımlar, dünyanın en yavaş internetine en çok parayı veren bir nesil ile mi olacak bu iş. Kusura bakmayın ama sizdeki bu kafayla biz daha çooook yerimizde saymaya devam ederiz. Az kaldı 3. dili de öğreniyorum, ondan sonra yapacağımı biliyorum ben.

. . .
En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde
Ana avrat dümdüz gideceksin
En azından üç dil
Çünkü sen ne tarih ne coğrafya
Ne şu ne busun
Oğlum Mernus
Sen otobüsü kaçırmış bir milletin çocuğusun.

Bedri Rahmi Eyüboğlu

Read more...

Salı, Ekim 07, 2008

Daaaggg!

Evet biliyorum uzun zamandır yazamadım buraya, ama nedenlerim vardı, hep zaten bir nedenim olur ertelediklerim için. 8 Eylül itibariyle Amsterdam' da 1 yılım doldu. Ne çabuk geçti zaman, daha dün gibi hatırlıyorum buraya geldiğim günü, ne kadar heyecanlıydım, hayatımda yeni bir sayfa açılıyordu. Şimdi bu yazımda şöyle hızlıca geçen 1 yılın değerlendirmesini yapayım izninizle.

Öncelikle, iyi ki gelmişim. 1 yıl evveline dönünce, kafam çok karışıktı, kolay değil, koca bir 30 yılı geride bırakacaktım. Kariyer, arkadaşlar, aile hepsi geride kalacaktı. Yepyeni bir ülkeye, herşeyi yeni baştan kurmaya gidiyordum. Ama işte sahip olduklarımın, ayağıma pranga vurmasına izin veremezdim, yoksa burada bugüne kadar söylediklerimi inkar etmiş olurdum. Karar verildi ve Hollanda' ya gelindi. Sanıyorum çok şanslıydım, çünkü çok iyi bir firmaya ve harika bir ülkeye gelmiştim. Zaman bunun böyle olduğunu gösterdi ve önceden duyduğum tüm endişeler yerini rahatlamaya bıraktı. Hiçbir adaptasyon sorunu çekmedim. Elbette Barış' ın da yanımda olması bunda önemli bir rol oynadı.

Eğer yurtdışında çalışmaya, yaşamaya gitmek gibi bir düşünceniz varsa kesinlikle Hollanda' yı öneririm sizlere. Havası dışında herşey harika. Burada en çok neleri seviyorsun derseniz, şöyle bir sıralama yapayım sizlere;

En önce Hollanda insanı geliyor, inanılmaz tatlılar, hepsi harika insanlar, fevkalade hoşgörülüler, sürekli gülümsüyorlar, yaşamayı, hayatı seviyorlar. Bakın bu yazdıklarımı gerçekten abartmıyorum, bazen gözümden yaş gelecek gibi oluyor bu adamlarla konuşurken, şimdi gidip şunun boynuna sarılsam diye geçiyor içimden. Bu kadar mı pozitif olunur yaw. Mesela trende bilet kesen görevli, işini ne kadar severek yapıyor, herkesle tek tek ilgileniyor, gülümsüyor, insanlarla konuşuyor, sen ingilizce cevap verince hemen ingilizce konuşmaya başlıyor. O böyle mutlu olunca, bu sana da yansıyor elbette. Yani mutlu olmanın bir sırrı da bu, mutlu insanlarla beraber olacaksın. Irkçılık var mı diye sorarsanız, olmadığını rahatlıkla söylerim, hatta bu konuda çok dikkatliler. İlk geldiğimizde Barış, ben ve danışmanımızla bankaya hesap açtırmaya gittiğimizde, bizimle ilgilenen bankacı kızın adının Funda olduğunu gördüğümde danışmanıma "Bizimle ilgilenen kız sanırım bizim gibi Türk", dediğimde "Burada insanlara milliyetleriyle hitap etmememiz gerek, bu ayrımcılık olarak nitelendirilebilir" cevabını alınca biraz utanmıştım. Tabi bu ırkçılık konusunu da biraz açmak lazım, mesela "Türkiye' de ırkçılık var mı?" diye sorulsa hepimiz hiç düşünmeden HAYIRRR cevabını veririz sanki ırkçılık sadece Amerika da beyazların siyahlara karşı yaptığı birşeymiş gibi. Halbuki şimdi burada rastgele sıralayacağım kelimelerin kafanızda canlandırdıklarını bir tartın bakalım ve "Türkiye' de ırkçılık var mı?" yerine "ben ayrımcı biri olabilir miyim acaba?" diye sorun.

Türkler, Engelliler, Kadınlar, Aleviler, Sunniler, Erkekler, Eşcinseller, Araplar, Amerikalılar, Almanlar, Yaşlılar, Yunanlılar, Fransızlar, Lazlar, Hastalar, Çerkezler, Ermeniler, Ruslar, Afganlar, Hintliler, Kürtler, Rumlar, Laikler, İslamcılar, Yahudiler, Ateistler, Metalciler, Çingeneler, Sarışınlar, Matematikçiler, Edebiyatçılar, Futbolcular, Mankenler, Solcular, Sağcılar, Kapitalistler, Sosyalistler, Koministler, Alttakiler, Üsttekiler, Vejeteryanlar, Hayvan Severler, Hancılar, Hamamcılar, . . . Halbuki hepimiz sadece insanız.


İkinci olarak kesinlikle özgürlüğünü seviyorum. Bir çok entellektüel arkadaşım dahi buraya geldiğinde buradaki özgürlüğü abartılı bulmuştu. Ama ben böyle düşünmüyorum, çünkü Hollanda' da yaşayınca bunu daha iyi anladığıma inanıyorum. Bir çok ülkede hatta gelişmiş ülkelerde buradaki liberal bakışı oluşturmak mümkün değil. Çünkü iyi ile kötüyü ayıredebilecek mekanizmayı, farklı yaşam tarzlarına olan hoşgörüsel yaklaşımı yakalayamamışlar. Ama Hollanda çok farklı, belki de çok çeşit yabancı milletin bir arada yaşayabilmesinden kaynaklı, belki küçüklüklerinden beri verilen eğitimden bilemiyorum, ama kesinlikle çok seviyorum. İngiltere'de de yaşadım bir süre, orası medeniyetin beşiği diye geçiyor ama katedecekleri çok yol var. Orada özgürlük bir kenara, şehir içerisinde her sokak başına koydukları CCTV kameraları olmasa, ülkede kaos olur iddiasındayım. Yani şimdi mesela Hollanda' da "hafif" uyuşturucu kullanımı serbest, ve uyuşturucu kullanımı dolayısı ile yaşanan problem çok az ama bu serbestliği İngiltere de, Türkiye de veya başka bir yerde yapamazsın. Bir çok Hollandalıya soruyorum hiç Coffee Shop (hafif uyuşturucu kullanımının serbest olduğu, ama alkol satışının olmadığı mekanlar) a gittiniz mi diye? Aldığım cevap, "evet o tip yerlere 18-19 yaşında deneyip, görmek ve bir daha yapmamak için gidiyoruz" oluyor. Eşcinsellik konusu da benzer şekilde ele alınıyor. Toplumun bir parçası, bizden birileri, bazen vergi dairesindeki bir memur, bazen çalışma arkadaşınız. Hepimiz birer birey olarak beraber yaşıyoruz. Bırakın eşcinselliği, kadın olduğu için işe alınmayan vatandaşlarımızın olduğunu bilmek üzüntü veriyor elbette. Burada Hollandalı bir yazardan alıntı yapmam gerekiyor;

If a more liberal attitude paired with good counseling and education can diminish a bad thing, we do it; so with our liberal abortion law, we perform less abortions than any other country; our liberal drugs policy results in less junkies, drug deaths and other damage than any of the more protesting countries, and so on.


Bisikletli yaşamı seviyorum. Eğer bisikletim olmasa ne yapardım diye düşüneceğim aklıma gelmezdi. Burada böyle, hiç yokuş olmayan bir ülkede yaşayınca, en iyi ulaşım aracı bisikletiniz oluyor. Hem çevreye zararınız dokunmuyor hem de tüm yollarda öncelikli geçiş hakkınız ve kendinize ait yolunuz var. Bisikleti ulaşım aracı yanında taşıma aracı olarak da kullanabiliyorsunuz, önünde ve arkasında bebelerini taşıyan insanlar, özel bölmelerde büyük yük eşyaları taşıyanlar, kedilerini, köpeklerini bisikletle gezmeye çıkaranlar vs. Bazen haftasonları 7-8 saat bisiklet sürdüğümüz oluyor ve hiç yorulmuyoruz, inanabiliyor musunuz? Şehrin dışına çıkıyoruz bisikletlerimizle, yol boyunca karşılaştığımız keçileri, inekleri, atları, mandaları besleye besleye geziyoruz.

Yeşilini seviyorum buranın. Heryer yemyeşil, eee bu kadar yağmur ben alsam ben de yeşil olurum herhalde. Şehrin içinde orman var (Amsterdam BOS), aradabir oraya gidiyoruz, şehrin gürültüsünden uzak, doğayla başbaşa, kafa dinliyoruz.

Say say bitmez Hollandayı sevme nedenlerim. Bu konuyu belki başka bir zaman daha derinlemesine incelerim. Ben son 1 yılımı anlatmaya devam edeyim sizlere. İşyerim ile 1 yıllık kontrat yapıp buraya gelmiştim. İlk 6 ay buraları tanırız, işe alışırım falan ona göre kalip kalmayacağımıza karar veririz diye düşünüyordum. Baktık herşey beklediğimizden iyi gidiyor, ee buraları da sevdik madem o zaman uzun dönemli plan yapabiliriz diye düşünmeye başladık. Derken işyerinde de iyi bir çevre edindim, Hollanda Oracle camiasında da tanınır hale geldik, ve Mayıs ayında "Permenant - Daimi" pozisyona geçtim. Artık uzun dönemli planlarımı daha gerçekçi olarak düşünebilme zamanı gelmişti. Elbette yarının ne göstereceği bilinmez ama biz bugünümüzü düşünerek yarına hazırlanalım dedik ve Dutch öğrenmeye başladık. Ehh fena gitmiyor diyelim, konuşma ve yazmayı öğrenmenin imkansıza yakın olduğunu söyleyeyim ama okuma ve dinleme gayet başarılı diyerek böbürleneyim.

1 yılımızı bitirmemize az bir zaman kala yine uzun uzun düşünerek buradaki her hollanda vatandaşının ve uzun süre kalmayı kafasına koyan her expat ın yaptığı gibi Mortgage olayına da girelim dedik. Epey bir araştırdıktan sonra, yine ilk bakışta aşık olduğumuz bir evde karar kıldık ve işyerime 5 dakika mesafede Amsterdam'a yarım saatlik uzaklıkta Amstelveen' de şirin, güzel bir eve taşındık. Uzun zamandır neden yazı yazamadığımı böylelikle açıklığa kavuşturmuş oldum. Kiraya verdiğim paranın aynısını hatta daha azını vererek bir ev (ya da borç) sahibi olmuş oldum. Tabi Türkiye tarafından bakıldığında çok önemli bir iş yapmış gibi görünebilirim ama gözünüzde büyütmeyin, zira burada uzun süre kalmayı düşünen herkesin mutlaka yaptığı bir iş. Devlet insanları ev sahibi almaya teşvik ediyor. Düşünün verdiğim kira ile aynı miktarı vereceğim. Şu kriz döneminde mortgage falan biraz korkutucu gözükse de yeni evimize Ekim başı itibariyle taşındığımızı buradan sevenlerimize duyuralım, bekleriz. Yakında bloguma evin resimlerini koymaya çalışacağım, ama ev ile ilgili olarak, hep hayalini kurduğum ufak bir bahçesi olduğunu hatta bahçesinde elma ağaçları bulunduğu bilgisini vereyim. Taşınmadan evvel evin bir kısmını Barış ile beraber boyadık, bayağı bir eğlendik. Hele tam anlamıyla bir yerleşelim kalan kısımları da boyayacağız, yavaş yavaş herşey yoluna oturacak zamanla.

Bu yazı biraz uzadı, daha anlatacak konularım var ama ana başlıkları verdim sayılır, resimden de anlaşılacağı üzere şu aralar yorgun ama keyfi yerinde bir Tekin olarak karşınızdayım.

Read more...

Pazar, Eylül 28, 2008

Şöyle bir devlet düşünürüm . . .

Thoreau' yu ilk okuduğumda çok iyi kavrayamamıştım, sonraları her okuduğumda yeni bir şeyler buldum, şimdi ise Barış' ın tabiriyle, her olaya Thoreau bu konuda şimdi şöyle derdi diyebilecek gibi oluyorum. Başucu kitabım, yol göstericim, mutluluk kaynağım, siz de tanıyın mutlaka.

Bugün sadece okuduğum bir Thoreau sözünü sizlerle paylaşmak istedim. Az kaldı, yakında yeni yazılarımla benden haberler duyacaksınız.

"kendi kendime şöyle bir devlet düşünürüm: öyle bir devlet ki, bütün insanlara karşı doğru olmayı göze alabilsin; her insana bir komşu gibi saygı göstersin; hatta uzağında yaşayan, kendisiyle kaynaşmayan, kendisinin de benimsemediği bir avuç insanın varlığını kendi rahatıyla bağdaşmaz saymasın; öyle bir devlet ki, bu tür meyveler yetiştiren ve olgunlaşır olgunlaşmaz düşmelerine göz yuman, daha olgun ve daha şanlı bir devlete yol açsın. benim de düşündüğüm ama hiçbir yerde rastlamadığım bir devlettir bu."

"I please myself with imagining a State at last which can afford to be just to all men, and to treat the individual with respect as a neighbor; which even would not think it inconsistent with its own repose if a few were to lie aloof from it, not meddling with it, nor embraced by it, who fulfilled all the duties of neighbors and fellow men. A State which bore this kind of fruit, and suffered it to drop off as fast as it ripened, would prepare the way for a still more perfect and glorious State, which I have also imagined, but not yet anywhere seen."

Read more...

Cuma, Ağustos 29, 2008

Paris Düşleri

Nedendir bilmiyorum ama Paris'e karşı hep önyargılı yaklaşmıştım bugüne kadar. Sanıyorum sosyetenin merkezi olduğunu düşünmemden. Ama ne büyük hataymış. İş yerinden 3 gün izin aldım haftasonu ile de birleştirip 5 günlüğüne Paris' e gittik. En sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim, Paris, Roma' dan sonra en beğendiğim şehir oldu benim için. Harika bir yer.

Amsterdam' dan Thalys trenine atladık, 4 saat sonra Paris' teydik. İstasyondan hemen 5 gün geçerli metro biletimizi aldık, 1001 kollu Paris metrosuna atlayıp, otelimize yerleştik ve kendimizi sokağa attık. Londra, New York ve şimdi de Paris metrosunu da görmek nasip oldu, gerçekten örümcek ağı gibi ve bu metroların 100 yıldan fazla zaman önce yapılmış olduklarını bilmek hüzünlendiriyor beni.

Gitmeden önce Paris için 5 gün fazla olur diyordum, yanılmışım. Disneyland' a bile gidemedik. Bir dahaki sefere diyerek sadece Paris' i dolaşmayı uygun gördük. Dünyanın en büyük müzesi Louvre' a bile gitmedik, düşünün artık. Amsterdam' dan gelen bir çift olarak Paris' i gezmenin en iyi yolunun bisiklet olduğuna inanıp bir bisiklet turuna katıldık. Turu düzenleyen kişi buranın gizli kalmış köşelerini keşfetmemize yardımcı oldu. Çok eğlenceliydi. Louvre müzesiyle ilgili olarak söylediği bir cümle, müze ziyaretini bir dahaki sefere bırakmamıza sebep oldu. Bu müze o kadar büyükmüş ki her objeye 30 saniyemizi ayırsak tüm müzeyi gezmemiz 6 ay sürermiş. Elbette içeriye girmedik ama meşhur piramidine bir bakış attık.

Ben böyle canlı şehirleri çok seviyorum. Büyük meydanlar, kafeler masalarını dışarı çıkarmışlar insanlar işlerinden çıkmış evlerine gitmeden önce dışarıda oturup arkadaşlarıyla sohbet edip bir iki birşeyler içiyor, gülüyor. Her yer ışıl ışıl, sadece sokakta bir köşeye oturup insanları seyretmek bile bir zevk.

Eiffel' e çıktık, tepede kahvemizi yudumlarken şehri seyrettik. Champs-elysées' de yürüdük ancak burayı çok sevdiğimi söyleyemeyeceğim. Sıradan bir yer geldi bana. Parisin sevmediğim ama bir çok insanın beğeneceği bir etkinlik de alışveriş. Dünyanın en büyük alışveriş merkezleri (Galeries Lafayette) burada. İşte Amsterdam' da bunu seviyorum, sabah girip akşam ancak çıkabileceğin büyük alışveriş merkezleri yok. Sokaklar da mağazalar var ,tıpkı eskiden İstanbul' da olduğu gibi. Yoksa büyük kapalı yerlere girip alışveriş yapma durumlarını hiç sevmiyorum.

Aslında sayfalarca yazı yazılır ancak ben bu aralar biraz tembelim bu konuda. Haziran da gittiğimiz Paris gezisini şimdi yazıyorum. Daha yeni de yaz tatilinden geldik. Bu konuda da yazacak tonla şey var. Onun haricinde Amsterdam' da gerçekleştirilen Gay Parade ve Hollanda'nın muhteşem Ulusal Parkı Hoge Veluwe yazı konum olmayı bekleye dursun, ben sizlere Paris' e giderseniz kafenin birinde oturup Pastis içmenizi önereceğim. Emin olun eğer uzun süre Türkiye' den ayrıysanız, şöyle bir boğaz sefası yapmış kadar olacaksınız. İçince ne demek istediğimi anlarsınız.

Blog konusunda bu aralar neden bu kadar tembelim diye sorarsanız da tatil durumları bahanesini öne sürebilirim, ancak bu yetmez elbette. Bu aralar yine büyük değişimler içerisindeyim. O nedenle epey yoğun ama eğlenceli günler geçiyor. Umarım en yakın zaman içerisinde yazmaya yoğunlaşacağım.

Read more...

Cuma, Temmuz 18, 2008

Brugge - Bruges

Bir haftasonu kaçamağı olarak bu defa Belçika' nın şirin şehri Brugge' a gittik. Ufak bir yer ama bir çok büyük şehre fark atacak bir cazibesi var. Dantelleri ve çikolatalarıyla ünlü. Sürüyle kanalı barındırıyor şehir, hatta bu nedenle küçük Venedik olarak da anılıyor, ama ne yalan soyleyeyim Amsterdam' dan sonra buradaki kanallar pek cekici gelmediler bana. Hatta bizim gibi yazın giderseniz kanalların koktuğuna da şahit olabilirsiniz. Venedik' de aynen böyleydi, orası da kokuyordu ve sivrisinekler ile mücadele etmek de cabası. Halbuki Amsterdam' daki kanallarda koku sorunu yok, belki de Amstel nehrinden kaynaklanıyordur. Ama koku ile ilgili yazdıklarım negatif bir etki yaratmasın sakın, şehrin muazzam bir atmosferi var, yemyeşil, tarihi ve de çok romantik.

Haftasonları, eğer önceden rezervasyon yaptırmadıysanız kalacak yer bulmak çok zor. Çok sayıda pansiyon olmasına güvenmeyin, haftasonları şehrin nüfusu 2 katına çıkıyor.

Kaldığımız pansiyon bize iki tane de bisiklet verdi, tüm şehri bisiklet ile dolaşma olanağına sahip olduk, ancak zaten yürüyerek de 1 günde tamamını dolaşmak mümkün. Bisiklet kullanmanın bir dezavantajı ise, şehir nerede ise tamamiyle arnavut kaldırımlarıyla örülü olduğundan, zıplaya zıplaya gidiyorsunuz, bisikletten indikten sonra da zıplamanız bir süre devam ediyor. Tüm şehir tarih kokuyor, ulen her an bir şövalye ya da bir prenses göreceğim diye bekledim. Şehir ile ilgili internette geçen şu cümle çok hoşuma gitti, aynen dediği gibi;

". . . tarihi kelimesi kesinlikle az kalır, çünkü o şehir normalmiş, gününü yaşıyormuş da siz gelecekten gelmişsiniz hissine kapılıyorsunuz. . ."


Brugge kesinlikle bir huzur şehri. Hani çalışmaktan bıkıp usanmış her birimizin hayalidir ya emekli olunca sessiz-sakin-yeşil bi şehre yerleşip yaşamak (Kaş, Datça, vb.), işte bir çok avupalının hayalindeki şehir de Brugge. Burada tekne turu yapmanızı şiddetle tavsiye ediyorum, kanallar arasında tekne ile dolaşmak çok keyifli. Kuğular da size eşlik edecektir.

Bu arada Brugge dönüşü In Bruges isimli bir film seyrettik, çok iyi geldi inanın, sizlere de buradan tavsiye edeyim. Küçük Emrah' ın kaşlarına sahip olan Colin Farrell' in müthiş İrlanda aksanın yanında süper eğlenceli bir film, sisli Bruges sokaklarını görüp ah çektiğimiz anlar oldu, Bruges' u görmüşseniz zaten mutlaka seyredin, ama görmediyseniz ve iyi bir film izlemek istiyorsaniz da pişman olmazsınız, bu senenin en iyi filmlerinden biri, izleyin.

Read more...

Pazartesi, Haziran 23, 2008

Mutluluk Paylaşıldığı Zaman Gerçektir

"Bana aşk, para, inanç, şöhret, adalet yerine gerçeği verin - Rather than love, than money, than faith, than fame, than fairness, give me truth." - Henry David Thoreau

Neden en sevdiğim film "Fight Club" biliyor musunuz? Birçoğunuzun düşündüğü gibi, kurgusu, şaşırtıcı finali, karakterleri, müzikleri vb. değil bu filmi baştacı yapmamın nedeni. Elbette bunların da etkisi var. Ama asıl neden filmin hislerime tercüman olmasıdır. Hiç hayatın anlamını gerçekten çözdüğünüzü düşündüğünüz ve vardığınız sonucun size anlatılanlardan farklı olduğunu hissettiğiniz oldu mu? Eğer böyle bir doyum yaşadıysanız beni anlarsınız, zira bunu sevdiklerinizle paylaşmak isteyeceksiniz, ama sizi anlamadıklarını gördüğünüzde moraliniz bozulacak, üzüleceksiniz. İşte sizi anlatan bir kitap, bir film, bir müziktir, o anda beklediğiniz, yalnız olmadığınızı size hissettiren. O nedenle çok severim bu filmi. Birşeyler anlatmaya çalışmış ve bunu fazlasıyla başarmış bir filmdir. Filmin içindeki her bir ufak hikaye bir mesaj vermektedir izleyenlere, mesela Tyler Durden 'in, gecenin bir yarısı markette çalışan adamın kafasına silah dayayıp, neden mutlu olduğu işi yapmadığını sorması ve onun hayatını değiştirecek tehdidi savurması, sadece 5 dakika ve kendinize sorarsınız, ben mutlu olduğum işi mi yapıyorum yoksa benim bu işi yaparak mutlu olacağımı söyleyen toplumu mu mutlu ediyorum diye. Şimdi "Fight Club" ın ardından benim için 2 numaraya oturan bir filmden sözedeceğim size.

Ardı ardına 3 gezi yazısı yazacaktım ama beni bundan alıkoyan bu filmi seyrettim. Hayat felsefemi fazlasıyla yansıtan bir film. Yazılarımı okuyanlar bilir, en sevdiğim yazar Thoreau' dur. Onun felsefesini Leo Tolstoy ve Jack London ile harmanlayıp, görsel bir şölene dönüştüren, benim için başyapıt olmayı haketmiş bir film. IMDB oylarıyla da en iyi 250 film listesine bir anda girebilmiş bir film. "Into The Wild". Filmi ya bütünüyle çok seveceksiniz, ya da saçma sapan fikirler verdiğini düşünecek (bize dayatılan düşüncelere inananlardansanız) ama yine çok seveceksiniz. Elbette ben bütünüyle sevenlerdenim. Ama film de sunulan düşünceleri kabul etmeyip, saçma bulan insanları da anlayabiliyorum, çünkü bundan 10-12 yıl evvel ben de aynı şeyleri düşünebilirdim. Yaşamın aldatmacasına inananlardandım. Bu filmde savunulan düşünceler ile ilgili kendi fikirlerimi de kattığım detaylı bir yazı yazmaya çalışacağım, ancak şu an filmin tadını kaçırmak istemiyorum. Lütfen bu filme bir şans verin ve izleyin. Şu linkte filmde adı geçen kitapların bir listesini bulabilirsiniz.

Filmin müziklerinden de bahsetmezsem olmaz. Filmin özüne bütünüyle uyan bir Soundtrack ile karşı kaşıyayız. Filmin müziklerini Pearl Jam' in solisti Eddie Vedder' ın yapması kesinlikle tesadüf değildir. Eddie filmde anlatılan düşünceleri anlayıp yaşayabilen bir insandır. Kurt Cobain ile beraber (birbirlerini sevmedikleri söylense de bunun gerçek olmadığını defalarca dile getirmiştir) o dönemlerde "Generation X" diye tanımlanan gençlik akımının sözcüleri olmuşlardı. Çevreyi korumayı hayat tarzı olarak benimsemesi, toplum sorunlarına eğilen şarkı sözleri, savaşa, yalana, paraya, medyaya, pazarlamaya olan isyanı, bunu müzikleriyle ifade etmesi yepyeni bir gençlik akımını da beraberinde getirmişti. Benzincide çalışırken aldığı 90 model toyota kamyoneti kullanması ya da sürekli aynı kıyafetleri giymesiyle ilgili sorulan bir soruya verdiği aşağıdaki yanıt, Eddie' nin bu filmin müziklerini yapmasının ne kadar önemli olduğunu en güzel anlatan cümledir.

"I don't need to do things like that to remind me of who I am. But maybe it's good that other people see those things and maybe it sends a message, that I still am the same person."

Youtube erişimi olanlar aşağıdan şu muhteşem parçayı dinleyebilirler.

Sözleri de şu şekilde;

hmmm ooh hooo hooo
It's a mistery to me
we have a greed
with which we have agreed

You think you have to want
more than you need
until you have it all you won't be free

society, you're a crazy breed
I hope you're not lonely without me

When you want more than you have
you think you need
and when you think more than you want
your thoughts begin to bleed

I think I need to find a bigger place
'cos when you have more than you think
you need more space

society, you're a crazy breed
I hope you're not lonely without me
society, crazy and deep
I hope you're not lonely without me

there's those thinking more or less less is more
but if less is more how you're keeping score?
Means for every point you make
your level drops
kinda like its starting from the top
you can't do that...

society, you're a crazy breed
I hope you're not lonely without me
society, crazy and deep
I hope you're not lonely without me

society, have mercy on me
I hope you're not angry if I disagree
society, crazy and deep
I hope you're not lonely without me


Ayrıca şu aşağıdaki şarkıyı da son 1 aydır yüzlerce kez dinlediğimi belirtmek istiyorum, siz de dinleyin.


Read more...

Ten Ten Brüksel' de

Hollanda’ya geldiğimizden beri buraları tanımaya zaman ayırıyorduk. Yurtdışı! olarak sadece Almanya'ya abimleri ziyarete gitmiştik. Nisan ayı ile birlikte gezmeye vakit ayırmaya başladık. İlk hedefimiz en yakın yerlerden biri olan Brüksel’ di, planlarımızı yaptık ve trenimize atlayıp 2,5 saat sonra Brüksele vardık. Bizim için değişik ve güzel bir hafta sonu kaçamağı oldu. Aslına bakarsanız, burada yaşamanın en güzel taraflarından biri de bu, her yer birbirine çok yakın. Trene atladınız mı tüm Avrupayı gezebilirsiniz. Avrupa da ülke kavramı AB ile beraber ortadan kalkıyor gibi, zira ülke değiştirdiğini bile fark etmiyorsun. Sadece cep telefonuna bir mesaj geliyor “şu an şu ülkedesiniz, tarifesi şu kadar” falan diye. Pasaport kontrolü bile olmuyor ya da arada bir oluyorsa da bize denk gelmedi. Gerçi kontrol olsa da, yanımızda pasaportumuz bile yok, Hollanda hükümetinin bize verdiği kart ile giriş çıkış yapıyoruz. Yani gezmek oldukça basit, sırtına çantanı al, trene atla, yeni yerler keşfet. Üniversitede yapamadığımız Inter Rail maceralarının geç de olsa burada acısını çıkartıyoruz yani :) Hala kafamı yerlere vururum neden şu Inter Rail faaliyetine katılmadım diye, ama o zamanlar bu cesaretim yoktu ne yazık ki, kendimi bile yeni yeni tanımaya başlamıştım.

Avrupa Birliği'nin 3 ana kurumu olan AB Komisyonu, AB Bakanlar Konseyi ve Avrupa Parlamentosu içinde ilk ikisinin resmi organlarının büyük çoğunluğu Brüksel'de yerleşik. Bu sebeple, AB veya Avrupa başkenti olarak gösteriliyor. Hal böyle olunca Brüksel bir çok bürokratın sürekli gidip geldiği bir merkez konumuna geliyor ve hafta içleri hem kalacak otel bulmak güç oluyor hem de fiyatlar 3-4 katına çıkıyor. Ancak hafta sonu tüm bu keşmekeş ortadan kalktığı için oteller müşteri çekmek için fiyatlarını çok düşürüyorlar. İste bu sebeple size ilk tavsiyem, eğer hafta sonu Brüksel’e gidecekseniz ve ucuz bir yerler arıyorsanız, pansiyon veya ucuz otellere bakmadan önce lüks otellerin de fiyatlarını kontrol edin, biz öyle yaptık ve geceliği 50 Euro ya 2 kişi 4 yıldızlı bir otelde konakladık. Ayrıca hafta sonları ulaşım da çok kolay, tüm gün geçerli metro kartını iki kişi aynı anda kullanabiliyor, fiyatı da inanılmaz ucuz, yanlış hatırlamıyorsam 2 ya da 3 Euro idi.

Brüksel gerçekten çok güzel ve şirin bir yer. Özellikle her çocuğun evet kesinlikle her çocuğun görmesi gereken bir yer. Çünkü çocukları eğlendirecek herşey Belçika' dan çıkmış. En başta çizgi filmler, sonra kuklalar, oyuncaklar ve çikolata. Açıkçası biz burada çocukluğumuza döndük, herkesin bildiği gibi Ten Ten in yaratıcısı Herge Belçikalı, bu sebeple her köşebaşında bir Ten Ten figürüne rastlamanız mümkün, ama Red Kit ve Şirinlerin de Belçika’ dan geldiğini söylesem size? Evet, mesela ben Red Kit in Belçikalı olduğunu bilmiyordum, burada öğrendim. Neyse tüm bu karakterler ve niceleri Belçika kökenli. Bunu o kadar çok hissediyorsunuz ki buradayken, sokak duvarlarında bile çizgi roman karakterlerinin resimlerini görüyorsunuz. Çok hoşumuza gitti.

Brüksel'de iki resmi dil kullanılmakta, Fransızca ve Flamanca. Bu dillerin kullanımı hukuken eşit ve her alanda zorunluymuş. Bu sebeple Brüksel’ de tüm levhalar, tabelalar, hatta sokak isimleri hem Fransızca hem de Flamanca olarak yazılmakta.

Brüksel'in sembolü Manneken Pis heykeli (işeyen çocuk heykeli), onun kadar ünlü olmasa da, işeyen kız heykeli (Delirium’ un hemen karşısında), Brüksel'in tarihi merkezi olan ve nefes kesici güzellikteki Grand-Place'da L'Hôtel de ville (Hükümet Konağı) buradaki görülesi yerler.

Yeme içme konusunda size 5 tavsiye, kesinlikle bunları tadın;

  • Midye (mussels) - Elbette bizim midye tavanın ya da dolmanın yerini tutamaz ama bu da midyenin çok değişik ve güzel bir alternatif sunumu.
  • Waffle - Offf offf ki off yani işte bu bizim Türkiye’de ki waffle larin yerini fazlasıyla tutar, böylesi güzelini yemediğinize iddiaya girerim, sokaklar zaten waffle kokuyor. Çok güzel. Kesinlikle yenmeli.
  • Çikolata - Uzatmaya gerek yok, dünyanın en güzel çikolataları buradan çıkıyor, yemeden gelmeyin.
  • Bira - Ben ki birayı hiç sevmem, burada sevmeye başladım. Belçika’ da 400 den fazla bira çeşidi mevcutmuş ve her biranın kendine has bardağı var. Belçika’ nin bataklık gibi olan havasından dolayı biralar da maya kullanılmıyormuş. Çeşit çeşit bira, biz eve bile getirdik birkaç tane. Kesinlikle sevmeseniz bile bir deneyin. Özellikle de içinde 2000 küsür bira servisi yapılabilen ve bu konuda bir rekora sahip olan Delirium adlı barda denemenizi tavsiye ediyorum
  • Patates Kızartması - Benim çok aram yok bununla ama yedik de yani fena değil. Seviyorsanız, hoşunuza gidecektir, çeşitli soslarla sunuluyor.

Read more...

Perşembe, Haziran 19, 2008

Mutluluğun Sırrı

Geçenlerde Barış, Sargun Tont' un bir yazısından şöyle bir paragraf aktardı;

"Bilimsel çalışmalara göre atmosferde negatif iyonların pozitif iyonlara göre çok bulunduğu yerlerde insanlar daha mutlu oluyormuş. Negatif iyonlar da suyun sert bir şekilde taşa çarptığı yerlerde sözgelimi şelale kenarlarında daha bol bulunurmuş."

Yani yağmur altında yürümekten neden hoşlandığınızın bilimsel açıklaması bu olsa gerek. Mikrodalga fırınlar, bilgisayar, televizyon gibi elektrikli ve elektronik ev eşyalarının da pozitif iyon kaynağı olduğunu öğrendim. Pozitif iyon da mutsuzluk kaynağı. Hadi bakalım, hep birlikte fişten çekiyoruz eşyalarımızı diyemiyoruz belki ama en azından bu gerçekleri bilip, imkanımız olduğu sürece negatif iyon yüklenmeye çalışabiliriz.

Bu arada yaz geldi biz de gezmelerimize, tozmalarımıza hız verdik, bundan sonraki 3 yazımın da gezdiğim yerlerle ilgili olmasını planlıyorum, bakalım vakit ayırıp tamamlayabilecek miyim?

Read more...

Perşembe, Haziran 05, 2008

Müzakere Teknikleri

Geçenlerde şirket beni bir eğitime gönderdi. Kariyerim boyunca yanlış hatırlamıyorsam ilk defa teknik olmayan bir eğitim aldım. Gittiğim eğitimin adı "Negotiation Skills". Kabaca pazarlık etme ya da müzakere etme diye Türkçe’ ye çevirebilirim. Müzakere günlük hayatın ayrılmaz bir parçası olmasına rağmen, çoğunlukla farkına varılmadan kendiliğinden gerçekleştirilen bir aktivite. Halbuki müzakere, belirli bir sistematiği, ilkeleri ve araçları olan oldukça karmaşık bir süreç. Bu egitimin amacı da müzakere sürecinin anlaşılmasını sağlamak ve müzakerenin etkin bir şekilde nasıl yapılabileceğini incelemekti. Özetle, ikili ilişkiler de ya da iş hayatında ya da günlük hayatımızda yasadığımız tartışmalardan en uygun şekilde nasıl sonuç elde edebilirizi öğrendik. Biri size "Hayır" dediğinde bunu nasıl "Evet" e çevirebilirizi anlamaya çalıştık. "Müzakere edebilme yeteneği aslında tüm insanlarda doğuştan var olan bir özellikmiş ve zaman içerisinde bu gücümüzü kaybedermişiz, bu eğitimle bildiklerimizi hatırlamayı amaçlamışız" diye bir açıklama yaptı eğitmenlerimizden biri ve de bunu çok güzel bir örnekle açıkladı. En iyi müzakereciler 4 yaşına kadar olan çocuklarmış! Çocuklar her istediklerini alabilme yeteneklerine sahiplerdir. Annesinden bir şey istediğinde, eğer "Hayır" cevabi alıyorsa, çocuk bunu müzakereye başlama fırsatı olarak görür ve sonunda da istediğini elde eder. Tabi, şartlar çocuğu zamanla bu yeteneklerinden uzaklaştıracaktır. Şimdi aldığım eğitim neticesinde bu yeteneklerimi yeniden kazandığımı hissettim. Bu gune kadar eğitimler hep birilerinin birşeyler anlatması ve bizlerin dinlemesi, sorular sorması seklinde geçerken bu 4 günlük eğitimde sadece 3 saatlik anlatım olayı vardı, gerisinde sürekli müzakere yaptık, gercekten dikkat edilmesi gereken o kadar çok nokta var ki. Bu işin tekniklerini biliyorsanız, sonuca ulaşmak oldukça kolay.

Eğitim süresince evden uzaktaydım 4 gün boyunca Noordwijk' de Grand Hotel Huis ter Duin otelinde kaldım. Kaldigim otelin en güzel özelliklerinden birisi Hollanda milli takımının Avrupa Şampiyosasi kampını burada yapmasıydı :) Son gün asansöre bindiğimde karsımda Marco Van Basten i gördüğümde dilim tutuldu, tek kelime edemedim. Müzakere edecek bir konu bulamadım, 10 saniye suskun suskun baktım, dünya futboluna yıllarca etki eden bu futbolcu öyle karşımda duruyordu, eh saçları beyazlamış, yaslanmış, gayet normal görünüşlü birisi olmuş o zamanlar bir ilah dı bizim için. Euro 88 finalinde Dasayev' e attığı o muhteşem golü hala gözlerimin önünde. Hayat ne güzel dedim kendi kendime.

Aşağıda bir dişçi ile olan müzakere örneğini seveceğinizi düşünüyorum.







Müzakere de en önemli adımlardan biri "Karşınızdakine istediğini vermeniz ama kendi koşullarınızda". Bununla ilgili gerçek bir hikaye size. 1745 yılında Pennsylvania eyaleti Londra' daki Whitechapel Bell Foundry firmasına bir çan siparişi veriyor. 1752 yılında Çan yerine ulaştırılıyor. Ancak çan 6-7 ay sonra resimden de göreceğiniz üzere çatlıyor. Çanın Amerikan tarihinde yeri büyük. Hatta 8 Temmuz 1776 yılındaki özgürlük bildirgesi, çanın şahtlik ettiği en önemli olaydır. Bu nedenle "Liberty Bell" ya da "Independence Bell" olarak da bilinir. Neyse, aradan yüzyıllar geçiyor ve günümüze geliyoruz. Bir tarihçi Çan ile ilgili araştırma yaparken, teslimat sırasında gönderilen belgeleri inceliyor. Belgeler eski İngilizce ile yazılmış, bunları tercüme ettirdiğinde Çan' ın ömür boyu garanti kapsamında olduğunu keşfediyor. Hemen Çan ı yapan firmayı araştırıyor ve Whitechapel Bell Foundry' nin (Britanya' nın en uzun süreli faaliyette bulunan üretim işletmesi) hala faaliyette olduğunu öğreniyor. Firmaya bir mektup yazıyor ve Çan ın garanti kapsamında olduğunu, derhal tamir edilmesi gerektiğini belirtiyor. 2 Hafta sonra firma yetkilisinden aşağıdaki cevabı alıyor;

". . . onarmaktan onur duyarız eğer ki bize orijinal kutusu içerisinde ulaştırılırsa ..."


Read more...

Pazartesi, Mayıs 12, 2008

Koninginnedag - Queen's Day

Hollanda' ya gelmek gibi bir planınız varsa, ne yapın edin, 30 Nisan gününü denk getirmeye çalışın. Burada yılın çılgınca yaşanılan ve ortalığın tam anlamıyla dağıtıldığı tek gündür. Bu bir sokak festivali değildir, resmen tüm şehrin katıldığı bir karnavaldır. Bir gün öncesinden bana ne denli önemli bir gün olduğu anlatılmış olmasına rağmen, ben bu kadar çılgınca kutlanacağını düşünmemiştim. Ne bileyim belli caddelerde, kalabalıklar olacağını tahmin ediyordum ama tüm Amsterdam' ın, sokakların hatta kanalların bile insan seline dönüşeceğini düşünmemiştim. Herkes, istisnasız herkes şarkılar söyleyip, eğleniyordu. Biz de bu cümbüşe katıldık ama insanları seyrederken bile yorulduk. İçkinin su olup aktığı, her tarafın portakal rengi olduğu bugünü mutlaka görmelisiniz. Tabi günün sonunda Amsterdam bir çöp şehri haline geliyor. Ancak sabah kalktığınızda etrafın tertemiz yapıldığını gördüğünüzde de "ulen ne belediyeler var" diye de içinizden geçiriyorsunuz elbette.

Bugün bir de ne düşündüm biliyor musunuz? Yaklaşık 1 milyon kişi hiç kural tanımaksızın bugünü kutluyorlar, çılgınlar gibi eğleniyorlar, içki içiyorlar, dans ediyorlar, dağıtıyorlar, mutlu oluyorlar ve tüm bu çılgınlıklara izin veriliyor ve neredeyse hiç olay çıkmadan insanlar gülerek evlerine dönüyorlar. Ardından da tüm şehir temizleniyor. Ancak, tam bir gün sonra, Taksim meydanında insanlar 1 Mayıs' ı kutlamak istediklerinde savaş çıkıyor. Gel de çık işin içinden.

Neyse, biraz da Queen's Day den bahsedeyim. İlk olarak 31 Ağustos 1885'de Prenses Wilhelmina'nın doğum günü kutlamasıyla başlamış bu gelenek. Daha sonra Kraliçe Wilhelmina oluyor tabii... Kraliçe Juliana'nın 1949'da tahta çıkmasıyla onun doğum günü olan 30 Nisan'a kayıyor Queen's Day. Şimdiki Kraliçe Beatrix 31 Ocak doğumlu olduğu halde o da resmi olarak doğum gününü 30 Nisan'da kutluyor. Bilmem, belki o kadar insanı soğuk kış gününde sokağa dökmek istemediği içindir. Bu gün ayrıca tüm ülkede insanların sokaklarda bir şeyler satmasına izin verilen freemarket günü. İnsanlar satışları için vergi ödemek zorunda değil. Ve Vondelpark da sadece çocuklara tahsis ediliyormuş, onlar da kendi eski oyuncaklarını ve giysilerini satsınlar, kendi gösterilerini yapsınlar diye. Gerçi biz epeyce çocuk görmemize rağmen arada büyükler de gözümüze çarpmıştı.

En büyük kutlamalar Queen's Day'de Amsterdam'da oluyormuş, Queen's Night'da (29 Nisan gecesi) ise Den Haag şehrine gidilmesi tavsiye ediliyor. Büyük bir açık hava partisine dönen bu özel gün için pek çok turist geliyormuş Hollanda'ya ve bu sene toplamda yaklaşık 1 milyon kişinin katıldığı tahmin ediliyormuş. Koninginnedag için 6 ay öncesinden uçak ve otel rezervasyonlarının yapılmasını öneriyorlar.

Read more...

Ördekler Ülkesi

Benim yaşımdakiler bilirler, biz küçükken Pazar sabahları "Nils ve Uçan Kaz" isimli çizgi film vardı. Çok severdim, zira tek kanallı bir dönemdi. Alternatifi yoktu. Pazar sabahları kahvaltı yaparken izlemeye bayılırdım, ardından da Pazar filmi başlardı ve akabinde de televizyonun başından kalkmama sebep olan Pazar Konseri. Bir anlamda güzeldi aslında tek kanallı dönem, herkes aynı şeyleri izlediği için yıllar geçtikten sonra yaşıtların ile konuşacağın bir sürü ortak konu bulabiliyorsun.

İyi de hayatımda hiç kaz görmemiştim. Bizim mahallede ancak güvercin ve serçe görürdük, bir de sahilde martıları. Onun dışında hani yeşillik bir alana gitmediğin sürece başka çeşit bir kuş görmen zordu. Ankara' nın Kuğulu parkı var ördek ve kuğu görebileceğin. Şimdi Amsterdam' a bakıyorum da, hayatımda görmediğim kadar çok ördek, kuğu, yabani papağan, sakarmeke görebiliyorum hem de mahalle aralarında, ağaçlar da ve kanallarda. Söylendiğine göre Amsterdam belediyesi tüm ördeklerin sayımlarını yapıyormuş ve üzerlerine çip yerleştiriyorlarmış. Böylece takip edebiliyorlarmış. Türkiye' deki sokak kedisi gibi burada sürekli ördek gözlemliyoruz. Nisan, Mayıs aylarındaki yavru kedi sevmeleri burada yerini yavru ördek takiplerine bıraktı. Fotoğraftaki yavrular bizim mahalleden. Aslında bu biraz büyümüş halleri, yanına yaklaştığınızda annesi gitgide artan bir tonda "Vak"lamaya başlıyor. Koruma içgüdüsü işte. Çok sevimliler gerçekten.

Read more...

Çarşamba, Mayıs 07, 2008

Uçuşsal Farkındalık

Aşağıda okuyacaklarınızı ciddiye almayınız.

. . . yiyeli yaklaşık 2 saat olmuştu. Bir göz açıp kapama süresinde boyut değiştirdiğimi hissettim. Aman tanrım bu renkler nereden geliyor böyle, ne kadar canlılar daha önce neden renklerin bu kadar güzel olduğunu farkedememişim, hayret. Bir klüpteyiz, çılgın bir müzik çalıyor, ama sanki müziği ben çalıyorum, resmen beynimde hissediyorum. O ana kadar saçma sapan salındığımı düşünmeme rağmen, şimdi dans ettiğimin farkındayım, hem de ne dans herkes beni izliyor sanki. İnsanları o kadar net görebiliyorum ki kendimi Matrix filmindeki Neo nun "The One" olduğunu farkettiği andaki uç noktada hissediyorum. Evet evet benim o, seçilmiş kişi. Ben seçilmiş kişiyim, başka türlü nasıl bu kadar net görebilirim bu kadar ayrıntıyı. Ortamda tek bir toz zerreciği bile yok, herşey çok net, ve herkes ağır çekimde hareket ediyor, ben hariç. O da ne, evet evet uçuyorum ben, herkesin, herşeyin üzerindeyim, renkler de bana eşlik ediyorlar. Herkes beni izliyor, yok yok bir dakika ne izlemesi bana tapıyorlar, benim yerimde olmak istiyorlar, imreniyorlar. Evet sanırım boyut değiştirdim, ne kadardır bu taraftayım, daha başka kimler benimle beraber bu aşamaya geldiler tam emin değilim ama birşeyler ters gitmeye başladı sanki, zaman ve mekan kavramları ortadan kalktı, yoksa geri gelemeyecek miyim? Hep bu tarafta mı olacağım? Nasıl tekrar normal olabilirim? Ya başaramazsam? Sanıyorum panikliyorum, kalbim hızla atmaya başladı, bir çıkış bulmalıyım, ne düşünsem, ne yapsam da buradan çıkabilsem. Buraya bir girdiğime göre çıkış yolunu da bulabilmem gerekiyor mantıken, ama mantık şu an için işlemez durumda. Evet sanırım ne düşünmem gerektiğini buldum, evet çıkacağım buradan, sanırım olacak bu iş, ama o da ne döngüye girdim, yine aynı yerdeyim, düşüncelerime yoğunlaşmalıyım, ama neden odaklanamaıyorum ve binlerce anı üşüşüyor beynime, bir bilgi bombardımanı yaşıyorum ve aklıma gelen her yeni düşünce beni başka bir döngüye sokuyor. Offf offf sanırım hiç çıkamayacağım bu döngüden, ama çıkmak istiyorum, nasıl yapacağım bunu? Düşün düşün. Şu an neredeyim ben? Evet bir disco dayım. Yok yok discodan çıkalı saatler oldu, evde olmam gerek. Peki niye evde hissetmiyorum kendimi? Hem evde olsam Barış burada olurdu, yok işte yok. Yoo evet Barış burada işte, karşımda duruyor. Ama ben bu haldeyken niye benimle ilgilenmiyor, niye yardım etmiyor bana, niye gülüyor? Hayır o değil o zaman, ben onun Barış olduğuna inanmıyorum, peki kim o? Ne yapıyor burada, evimde? Evim mi? Evde miyim ki? Gerçek değil gördüklerim, sanrı olmalı bunlar. O zaman hala dışarıdayım, uyuyor muyum yoksa? Hadi ama odaklan, yapabilirsin. Neredeyim ben? Evde miyim? Sokakta mıyım? Discoda mıyım? Bir nerede olduğumu bulabilsem çıkacam bu döngüden. Ya da gerçekten çıkabilecek miyim? Offf panik atak dedikleri şey bu mu yoksa. Halbuki ilk dakikalar ne güzeldi, tarif edilemezdi. Şimdi şu halime bak ne nerede olduğumu biliyorum ne ne yaptığımı. Ya rezalet çıkarttıysam, ya tutuklandıysam, ya şu an nezarethanedeysem, ya soyulduysam, ya delirdiysem, daha da kötüsü ya öldüysem? Evet evet öldüm ben sanırım, arada biryerlerde takıldım kaldım, yolumu arıyorum. Off ya ne ölmesi, kesin sızdım bir yerde, dur bakalım sabah olsun anlarız nerede olduğumu. Umarım bulurlar beni. Bu kaldırım taşı da amma soğukmuş, üşüdüm. Hıı??!!, biri mi sesleniyor bana?

- Nasıl oldun Tekin?
- Barış??? Şu an evde miyim?
- Hep evdeydin, yanı başımda . . .
- Ohhh


Read more...

Pazar, Nisan 27, 2008

Umut Ettikçe Özgürsünüz

Bilen bilir, koyu bir Fenerbahçe taraftarıyımdır. İtiraf ediyorum fanatik derecesinde olabilirim. Son dönemlerde, özellikle Fenerbahçe' nin başarıları arttıkça daha da bir takip eder oldum. Tabi bu durumdan en çok Barış şikayetçi. "Eskiden böyle değildin" diyor, ama gerçek şu ki eskiden Fenerbahçe böyle değildi. Neyse bugün Fenerbahçe' nin belki de şampiyonluğunu ilan edeceği Galatasaray maçı vardı. Kazananın %99 şampiyon olacağı bir maç. Ve ben bugün kendimce çok güzel bir "değişim" gösterdim. Maçı izlemedim. Hatta maç aklıma bile gelmedi diyebilirim. Onun yerine Pazar akşamı filmi olarak uzun zamandır seyretmeyi planladığım ve bugüne kadar seyretmediğim için kendime çok kızdığım "The Shawshank Redemption - Esaretin Bedeli" filmini izledim Barış ile. Tüm yılların en iyi filmleri listesinde 2 numara olan, Stephen King uyarlaması bu yapıtı, 14 yıldır nasıl oldu da atlamışım kendime inanamıyorum. Eğer benim gibi bu filmi izlememiş kendini bilmez kaldıysa bir zahmet diyorum. Oyunculuk mu, senaryo mu, müzik mi, diyaloglar mı, nedir bu filmi güzel yapan karar veremedim. Herşeyiyle mükemmel bir film. Ayrıca bu 1994 yılında bir gizem olduğunu düşünüyorum artık, neden mi?

  • The Shawshank Redemption (1994)
  • Pulp Fiction (1994)
  • Leon (1994)
  • Natural Born Killers (1994)
  • Forrest Gump (1994)
  • Mavi, Beyaz, Kirmizi (1994)
  • Dumb and Dumber (1994)
  • Speed (1994)
  • The Lion King (1994)
  • The Crow (1994)

Maçın sonucu ne mi oldu? Bugün yenildik ama hiç üzülmedim, üzülmeyi yarın gazetelere bakarken yaşamaya bıraktım. Şu an filmin bende bıraktığı neşeyi, coşkuyu yaşıyorum. Hem umudun en güzel işlendiği filmi izledikten sonra, daha hiç bir şey bitmiş sayılmaz, değil mi?

Red : Let me tell you something my friend. Hope is a dangerous thing. Hope can drive a man insane. . . .
Andy:
Remember Red, hope is a good thing, maybe the best of things, and no good thing ever dies.


"Korktukça tutsak, umut ettikçe özgürsünüz . . ."

Read more...

Broken Hearted, Hoover Fixer, Sucker Guy!

Bugün film müzikleriyle ilgili yazacağım. Ama sadece 2 filmden bahsedeceğim. Geçen hafta seyrettiğim ve içimi ısıtan iki film. İkisi de 2008 de Oscar aldı. İki filmin de bugün itibariyle imdb notu 8.1. Once ve Juno. Bu filmleri seyredin ve müziklerini mutlaka dinleyin. Aşağıda verdiğim youtube linklerinde sizin için seçtiğim 3 şarkıyı dinleyebilirsiniz ki şarkılardan biri bu senenin en iyi özgün film müziği Oscar' ını aldı. Kesinlikle muhteşemler.




Once, başlı başına bir eser. 100 dakika boyunca gülümseyerek, eşsiz müzikler eşliğinde, iki yabancının duygusal dokunuşlarını hissediyorsunuz. Filmdeki aşk tüm samimiyeti, doğallığı ve masumiyeti ile bizlere aktarılıyor.

Juno, başka bir iç ısıtıcı film. Once kadar vurucu film müzikleri olmasa da kulaklarınızın pasını alacağını eminim. Hele filmin sonundaki şu şarkı beni zevkten dört köşe etti. Benim "basit bir yaşam" tezime gönderme yapan "basit bir filmdir" kendisi.




Son olarak yine Once' dan bir parça.


Read more...

Pazar, Nisan 13, 2008

Yine, yeniden : Basitleştir

Barış bu aralar benim en sevdiğim kitaplardan biri (belki de en sevdiğim) olan Henry David Thoreau' nun, "Doğal Yaşam ve Başkaldırı" kitabını 3. kez (düzeltme : Söylediğine göre sayısız kez) okuyor. Blogumu takip edenler bu kitapla ilgili bir yazımı sanıyorum okumuşlardır. Benim açımdan burada yazılan en güzel yazıyı eğer henüz okumadıysanız mutlaka bir göz atın burada. ". . . En büyük yeteneğim azla yetinmek olmuştur" diyen Thoreau' yu henüz keşfedememiş olanlar, Gandhi' ye, Martin Luther King' e, Tolstoy' a etkileri olan Amerikan edebiyatın bu en büyük anarşist yazarını daha fazla bekletmeyin, mutlaka okuyun.

Barış, benim gibi sadece okuyup, nasihat vermekle kalmayıp, bazı düşüncelerini hayata geçirme çabası içine de giriyor. Bu sebeple hayatı basitleştirmek ile ilgili arayış içerisinde. O nedenle bu ay evimizin konusu "Basit/sade bir yaşam". Thoreau' nın "Sivil İtaatsizlik" konusu hala yazı konum olmayı beklerken, ben ikinci kez basitlik konusunu (kesinlikle son değil) sizlerle paylaşmak istedim. Blogumun mottosu boşuna "sahip olduklarınız zamanla size sahip olur - the things you own, they end up owning you" değil. Tüketimin esiri olmayalım ve haydi basitleştirelim.

Basit bir yaşam arayışı içerisinde okuduğum bir kaç makaleden alıntıları buraya koymayı uygun gördüm, eminim kendinizden çok şey bulacaksınız. Umarım bu yazımla, haddim olmasa da, kendinizi sorgulamaya sebep olurum. Zira insan beyni tembelleşmeye görsün, bedeni hemen esir alır, ve bizleri alışkanlıklarımızın esiri yapar. İzin vermeyin, düşünün, sorgulayın, değişin.

İlk alıntı Can Dündar' dan. Hepimizin esir olduğu konu ile ilgili, Televizyon;

Dümdüz bir soru size: Akşamları evde ne yapıyorsunuz?

Koltuğa uzanıp, hiç tanımadığınız Amerikalı dedektiflerle, hiç tanımadığınız Amerikalı haydutları mı kovalıyorsunuz? Yoksa yerli dizilere kaptırıp hiç bilmediğiniz konaklarda yaşanan hayatları mı seyrediyoruz? Dört saat televizyon seyretmenin sekiz saat çalışmak kadar beyni yorduğunu biliyor musunuz?

İki türlü hayat var:

1. Yaşanan hayat,
2. Seyredilen hayat,

. . .

Akşamlarınızı nasıl geçiriyorsunuz?

"Pek çoğu gibi biz de çekirdek çıtlatıp saatlerce televizyon izliyoruz " diyorsanız, durup bir düşünün lütfen; dünyaya birkaç kez daha geleceğinize mi inanıyorsunuz?

. . .

Akşamlarınızı sadece televizyona veriyorsanız, sayılı nefeslerinizden bir bölümünü çöpe atıyorsunuz demektir! Çünkü televizyon izleyen kişi hayatta değildir, zira hiçbir şey yapmamakta, hiçbir değer üretmemektedir; bu da bir anlamda yaşamamak sayılır.

. . .

Hatıra defterine televizyon dizilerini yazamazsınız. Oraya ancak yaşadıklarınızı yazabilirsiniz. Her gün bir şeyler yaşamalı ve bunları deftere geçirerek geleceğe tarih düşürmelisiniz. Bugün öyle bir hayat yaşayın ki, yarına da kalsın. Torunlarınıza filan anlatacaklarınız olsun.

Ayrıca unutmayın ki; Hayatı biriktiremezsiniz; Ya her anını yaşayacaksınız, ya da ziyan edeceksiniz.

Akşamları ne yapıyorsunuz?..

YAŞIYOR MUSUNUZ, YOKSA SEYREDİYOR MUSUNUZ?


Kişisel gelişim dergisinden bir alıntı harcanan para ile ilgili. Aslında bu konuda konuşacak, yazacak çok şeyim var. Özellikle genç yaşta ev almak için kendini paralayan insanlarla ilgili. Sanıyorum bir sonraki yazım bu konuyla ilgili olur.

Önce, başımı sokacak bir evim olsun temennisi. Ardından biraz daha geniş bir daire arayışı. Ardından araba, ardından villa ve ardı arkası kesilmeyen istekler, hedefler.

Sonuçta, toplumun her kesiminden koro halinde yükselen ortak sesler:

Param yok! Zamanım yok! Borcum çok!

Ve daha pek çok şikayetle her gün defalarca karşılaşırız. Belki bu şikayetler bizim de dilimizden dökülür, az veya çok. Para kazanmak için harcanan zamanın, enerjinin ve gayretin pek azını bizi gerçekten mutlu edecek şeylere ayırırız. Bu yüzden her geçen gün mutsuzluğumuz daha da artar.

Hayatımıza şöyle bir göz gezdirelim. Nerelerde hata ediyoruz? Evli olanlar, ailesine yeteri kadar zaman ayıramıyor. Özellikle çalışan eşler, hem kendilerine, hem de çocuklarına karşı görevlerini ve sorumluluklarını yerine getiremiyor. Dostlarımıza, yakınlarımıza ayıracak zamanımız yok. Hatta kendimize ayıracak zamandan mahrumuz. Bulabildiğimiz boş zamanları verimli kullanmak yerine örneğin televizyon seyrederek, lüzumsuz telefon görüşmeleri yaparak veya magazin haberlerini okuyarak geçiriyoruz.

Giyim-kuşam, ev eşyaları, besin maddeleri gibi ihtiyaçlar için lüzumundan fazla harcamalar yapıyoruz. Basit dahi olsa bir şeyi alırken, buna gerçekten ihtiyacımızın olup olmadığını düşünmüyoruz. Bu ve benzeri insanları mutsuz eden şartları ortadan kaldırmaya yönelik bütün dünya çapında yaygınlaşan bir görüş var: SADE HAYAT.

Basit yaşayacaksın basit. Yalçın Ergir' den bir şiir ile alıntılarımı noktalayayım.

BASİT YAŞAMAK

Basit yaşayacaksın.
Mesela susayınca su içecek kadar basit.
Dört çıkacak, ikiyi ikiyle çarptığında.

Tek düğmesi olacak elindeki cihazın;
tek bir düğme, tek bir cümle gibi;
sevince lafı dolandırmadan söylediğin
“seni seviyorum” gibi.

Basit bir öpücük yetecek sana;
basit sıcak bir öpücük
ve o öpücükle dolacak tüm günlerin, tüm düşlerin.
O öpücük için yapacaksın hayatının kavgasını,
o öpücük için yiyeceksin hayatının dayağını.

Kabak çekirdeği verecek sana
rakamların veremediği mutluluğu.

El yazısıyla yazılmış eğri büğrü bir mektup olacak
en değerli kağıdın;
hep yanında taşıdığın,
atmaya kıyamadığın.

İki harekette giyiniverecek,
iki harekette soyunuvereceksin.

Kısacık olacak uyanman
ve yola çıkman arasında geçen süre;
kısacık olacak
sıcacık kollara dolanman
ve yolculuklara çıkman arasında geçen süre.

Kendin bile anlayabileceksin yazdıklarını;
bakışların bile anlatabilecek kendini.
Beklentilerin de basit olacak.
Kaf Dağı’nın önünde bekleyecek mutluluklar.
Bir ıslıkta bulabileceksin en uzun dostluk romanını;
ya da bir damla gözyaşı yaşatacak sana
en ucuz aşk romanını.

Pankreasının sağlığına dua edeceksin kapatırken gözlerini.
Zafer işareti yapacaksın tuvaletten çıkarken.

Bir kaşarlı tost olacak aradığın
nasıl oturacağını bilemediğin sofrada;
parmakların olacak en kıymetli çatalın.
Yine, aynı parmaklar çözecek en karmaşık denklemleri.
İskender’in kılıcı duracak avukat rehberinin yanında.

Bir filarmoni orkestrası veremeyecek sana
kontrplak bir gitarda, doğru basılmış bir
“fa diyez”in mutluluğunu.

Makyajın ilk “a” sına kadar bilmen yetecek.
Temizlik kokacak en pahalı parfümün

“Bilmiyorum” diyebileceksin bilmediğinde
ve çok normal olacak onu da bilmeyişin.
Tek dereden su getirmen yetecek,
bir “istemiyorum” diyebilmeye.

Ne durduğu farketmeyecek abanın altında.
Saatin, sadece saati gösterecek;
Telefonunu sadece telefon etmek için kullanacaksın.
Küçük bir not defteri olacak bilgini en hızlı sayan.

Basit yaşayacaksın, basit.
Sanki yaşamın bir gün sona erecekmiş gibi
basit...
Thoreau ile bitireyim;

Yaşamımız ayrıntılar yüzünden ziyan oluyor. Basitleştirin, basitleştirin.
Our life is frittered away by detail. Simplify, simplify.

Read more...

Pazar, Mart 23, 2008

23 Mart 2008 . . .

Bugün, Barış ile 10 yılı devirdiğimiz gün. Bachous' ta eleleverip beraber yürümeye başladığımız günden beri tam 10 yıl geçti. Sevgiyle, aşkla, dostlukla, anlayışla dolu geçen 10 yıl. Ne yaptıysak, kendimiz için yaptık. Kimseyi dinlemedik. İçimizden geldiği gibi yaşadık, herkesi de olduğu gibi kabul ettik. İlişkimizde sadece "ben" ve "o" var. Başka da kimseye yer yok. Budur bizim sırrımız. Kavgamız da, sevgimiz de kendimize.

Nice 10 yıllara Gelinciğim . . .
Seni Seviyorum . . .

Read more...

Perşembe, Mart 13, 2008

Neyi beklersin?

10 yıldır Barış' ı tanıyorum. O hiçbirşeyin olmasını beklemez, oldurur. Kafasına gelen herşeyi o an yapmak ister. İlk başlarda çok yadırgardım ama şimdi o kadar alıştım ki. Bana gösterdiği doğrulardan biridir zaten BEKLEMEMEK. Barış benim Nirvana' mdır, Buda' mdır.

Hayal kurarsın, hayalin gerçekleşmesini beklersin. Neden? Seversin, sevilmeyi beklersin, Neden? Para kazanırsın, harcayacak doğru zamanı beklersin, nedir doğru zaman? Birilerinin seni yönlendirmesini beklersin. Nesin sen, çocuk mu? Yaşamın ne kadar kısa olduğunu anlamayı beklersin, anlayacaksın tam tükenmek üzereyken. Hep aklının köşesinde "Yarın" kelimesi vardır, "Bugün" e n'oldu? Hep birşeyleri beklersin, nerede senin "farkındalığın". Uyan ve yaşadığının farkına var, aydınlan. Hepimiz kandırılıyoruz. Üniversiteye giderken, mezun olunca ne yapacağımızı düşünüyoruz, bırak sürecin tadını çıkar, ne diye beklersin geleceği kaygıyla. Çimenlerin üzerinde yürürken anın tadını çıkarmak yerine, dalmak anlamsız düşüncelere, neden? Yaşadığın ana uzak olmak neden?

"Hayat, insanlar başka planlar yaparken başlarından geçenlerdir - John Lennon"

Resimde Barış neyi bekliyor? Muhtemelen tren bekliyor. Başka da birşey beklemez o, anı yaşar, ve mutlu olur. Benim için herkesten, herşeyden farklıdır o, benim en sevdiğimdir, hep seveceğimdir.

Read more...

Perşembe, Şubat 28, 2008

Amstelveen Yeşili

Evimiz Amsterdam' da, benim işim ise Amstelveen' de. Yani yaşadığım şehir ile çalıştığım şehir farklılar. Türkiye' de olsam ne kadar zor olduğunu düşünebilirdiniz. Ama ev ile iş arası yaklaşık 20 dakika sürüyor, bisiklet kullanırsam 30-35 dakika. Unutmayın Hollanda topu topu Konya kadar bir ülke. Roketsan da çalıştığım zamanlar aklıma geldi şimdi, evden işe 45 dakika da gidiyorduk. Ya İstanbul' da çalışanlar ne yapsın, bir çoğunun işe gitmesi 2 saati buluyordur eminim. Bakın bir örnek daha size, yanlış hatırlamıyorsam Candaş Bozkurt, avrupa da işe ilk başladığı zamanlarda, Belçika' da oturuyordu ve Fransa' da çalışıyordu. İşe yarım saatte gidebiliyordu. Mesafe ve zaman kavramı ne kadar göreceli. Yazdıkça aklıma başka örnekler geliyor. Ankara' ya ilk geldiğimde yaşadığım şoku anlatayım size. Bildiğiniz gibi ben İstanbulluyum. Üniversite' yi bitirdim ve ODTÜ' ye yüksek lisans için geldim. Teyzemlere ODTÜ ye nasıl gideceğimi sorduğumda, aldığım cevap şöyle birşeydi; "ODTÜ şehrin dışında, önce Kızılay'a gideceksin oradan da ODTÜ minubüslerine bineceksin." Dedim kendi kendime şehrin dışıysa 1-2 saat sürer herhalde, ben uyurum minübüste. Ne uyuması, 15 dakikaya ODTÜ' ye vardığımızda Ankaralıların mesafe kavramlarının İstanbullulardan farklı olduğunu anlamıştım.

Neyse konumuza dönelim. Azıcık Amstelveen' den, çalıştığım şehirden bahsedeyim. Amstelveen Hollanda' nın en pahalı şehirlerinden birisi. Bahçe içinde 3 katlı evlerden oluşan, şirin sokakları olan hoş bir yer. Önemli firmaların genel merkezleri burada, mesela HP, KLM ya da Canon. Burada çok sayıda Expat yaşamakta. Amsterdam' a yakın olması, güzel evleri, huzurlu çevresi, yemyeşil doğası ile gerçekten yaşanılacak bir yer olarak görüyorum burayı. Holanda' ya geldiğimiz ilk 1,5 ay Amstelveen de yaşadık. Çevreyi gezecek vaktimiz olmuştu. Şehrin içerisinde resmen doğa ile beraber olduğunuzu hissediyorsunuz. Sabahları sizi kuş sesleri uyandırıyor, işe giderken her an bir tavşana, kaplumbağaya rastlamak mümkün. Kısacası huzur dolu bir şehir. Turistik fazla bir aktivitesi yok, gezilecek değil de yaşanılacak ve çalışılacak bir yer olarak tanımlamam gerekiyor burayı. Resimlerdeki yeşil kesinlikle buraya özgü bir de olağanüstü bir kokusu var ama onu buraya aktaramıyorum. Gelin, hissedin. (En üstte Barış' ın olduğu resimdeki mantarları farkettiniz mi!)

Read more...

Cumartesi, Şubat 23, 2008

Donanımlı buluşma

Bir evvelki yazımda, Beatrixpark' taki kuğuyla olan buluşmamızdan yanımda yiyecek getirmediğim için boynu bükük ayrıldığımı belirtmiştim. Bu haftasonu bisikletlerimize atlayıp Amsterdam' da turlamaya çıktığımızda ben yine yanıma yiyecek almayı unutmuştum. Ama Barış sağolsun, benden bir adım önce düşünmekte üstüne yoktur. Kuğulara, ördeklere, güvercinlere kısacası kuşlara vermek üzere yanında bisküvi getirmiş. Yani bu defa donanımlıydık. Bu güzel yaratıkları elimle besledim, ördeklerden biri parmağımı kapıyordu neredeyse :) Hava buz gibiydi. Kanal kenarında 5 dakika yemek molası ve sonrasında bisiklet turu soğuğa rağmen iyi geldi.

Hollandalıların en temel ulaşım aracı bisiklet. Kar, yağmur, soğuk dinlemiyorlar. Her ortamda bisikletleriyle bir yerlere gidebiliyorlar. Üstelik ufacık çocuklarını da bisikletlerinin önünde ve/veya arkasında bulunan selelere oturtup güle oynaya dolanıyorlar. Gerçekten inanılmaz. Kötü beslenip, amerikalılar gibi şişman olmamalarının en temel sebebi bisiklet olsa gerek. Biz de yavaş yavaş bu düzene ayak uyduruyoruz işte. Yavaş yavaş diyorum, çünkü geldiğimizden beri bisikletlerimizi pek kullanmıyorduk. Malum havalar soğuk, biz de nazik insanlarız :) Ama değişiyoruz.

Read more...

Pazar, Şubat 10, 2008

Kuğulu Park

Ankara' da yaşarken evden çıkıp dolaştığımız zamanlarda genelde Kuğulu Park' ta alırdık ilk soluğumuzu. Orada biraz takılıp, kuğuları seyredip Rumeli İşkembecisi' ne uğrayıp şırdanımızı içerdik afiyetle. Belki Kıvanç, Onur ve Pınar ile buluşup sohbet eder, memleketi ya da Fenerbahçe' yi kurtarıp sinemaya giderdik. Gelecek için yapamayacağımız planlar yapardık. Yapamayacağımız dememe bakmayın, aslında yapılası planlar olurdu ama hepsi havada kalırdı. Ne bileyim beraber Amasra'ya ya da Aladağlara gitmek gibi, evet hepimiz bunları yapmışızdır ama beraber plan kurup ayrı ayrı gerçekleştirerek :)

Bunları niye anlatıyorum? Geçenlerde Barış ile evimize çok yakın bir parkı (Beatrixpark) gezmeye gittiğimizde Kuğulu Parkı hatırladığım için. Gittim kuğunun yanına bana birşeyler anlatacak gibiydi. Eğildim yavaştan yanına. Kuğuca birşeyler söyledi, ben de ona Türkiye' deki akrabalarından bahsettim :) Yanımda ona verecek birşeyler getirmediğime üzüldüm. Bir dahaki sefere donanımlı gelmeye söz vererek yanından uzaklaştık. Ahh bir çorba ne güzel olurdu şimdi. Ama Rumeli İşkembecisi çookkk uzaklarda artık.

Read more...

Pazartesi, Ocak 28, 2008

Gecikmiş bir yılbaşı yazısı

Son üç yıldır yılbaşını Almanya' da abimlerin yanında geçirmeyi planlıyorduk, kısmet bu seneyeymiş. Avrupa'da yaşayınca demek işler daha kolay oluyor, uçağı ayarlayalım, vize alalım, plan yapalım derdi yok. Atladık trene, 4 saat sonra abimlerdeyiz. Sağolsun Çetin abim bizi karşıladı, neredeyse 2 hafta boyunca da misafir etti. Şimdi sıra onlarda bakalım ne zaman buraya gelecekler?

Bilmeyenler için kısa bir özet geçmek gerekirse, 2 abim var biri Çetin diğeri Coşkun ikisi de yıllardır Almanya'da hatta aynı mahallede yaşıyorlar evliler ve sayelerinde şu ana kadar 3 tane birbirinden şeker 3 yeğenim var. Onların da isimlerini zikredelim burada; Ezgi, ilk gözağrımız şimdi güzel bir genç kız oldu, inşallah amcası gibi üniversite de okuyacak. Sonra Deniz yakışıklı yeğen, ama kabul Menteş ailesinin en yaramazı kendisi, sanıyorum en zekisi de o olacak bu yaramazlıkla ve aileye en son katılan yeğen Marsell, valla nazar deymesin ama ben bu kadar tatlı, akıllı bir çocuk görmedim evlere şenlik. Bu yazıyı şu an Hollanda' dan yazıyorum ve Marsell'i çok özlediğimi de eklemeliyim. Keşke kaçırıp gelseydik. Yeğenler abiler falan derken gelin ablalarımızı da unutmayalım. Yeter ve Ania ya da bir sürü zahmet verdik. Ama en nihayetinde hepimiz beraberdik, güzel bir yılbaşı geçirdik eski günlerden konuştuk, film seyrettik, havai fişek patlattık, poker oynadık, eğlendik güldük. Barış da benim abi tarafımla ilk defa tanışmış oldu böylelikle. Herşey çok güzeldi yani.

Abimlein evleri birbirlerine çok yakın, 5 dakika yürüme mesafesinde. Böylece hep beraberdik 2 hafta boyunca. Kaldığımız yer Hirschhorn (Geyikboynuzu) isimli bir yer, ormanın içinde yerleşik bir yer inanılmaz güzel bir doğaya sahip, orman, nehir, geyikler ve biz. İnanılmaz beğendim. Hele bir de kar yağınca inanılmaz güzel oldu. Bembeyaz ağaçlar, tertemiz hava insan daha ne ister. Aslında bu abimlerin yanına 2. gidişim, daha önce de Hollanda' ya iş görüşmesine geldiğimde yine trene atlayıp haftasonu ziyaretine gelmiştim buraya. O zaman bahar mevsimindeydi ve orman yine büyüleyiciydi.

Yılbaşı günü bir havaifişek fırlatma yarışı vardı ki orada olmanız gerek, sanki savaş çıkmıştı. Önce korktum açıkçası yani gözgözü görmüyordu ve her tarafta bomba sesleri. Sonra ufacık çocukların bile gidip füze attıklarını görünce cesaretlendim ben de katıldım cumbüşe. Daha önce hiç havai fişek atmamışım, bu eğlenceden mahrum kalmışım. Neyse geçte olsa acısını çıkarttım.

Almanya da ne yaptık, çoğunlukla aile hasreti giderdik diyebilirim. Onun dışında Heildelberg ve Mannheim'ı gezdik. Heildelberg çok güzel bir yer, tarihi bir dokusu var, üniversite şehri diye de geçiyor. Çok sayıda genç insan yaşıyor. Mannheim ise aslında Türklerin çoğunlukta olduğu bir yer, zaten Mannheim a girer girmez kendinizi Türkiye' de hissediyorsunuz. Burada bir akşam Türk lokantasına gidip Türk yemekleri ile olan hasretimizi dindirdik, işkembe çorbası içtik. Bir gün de hep beraber Çin lokantasına gittik. Yılbaşı gecesi babamları aradık, çok mutlu oldu hepimiz Almanya' da buluşmuştuk eminim bizimkiler gururlanmıştır. Aslında çok söze gerek yok resimler anlatsın yılbaşını sizlere.

Klasik yılbaşı dilekleriyle bitireyim yazımı.

2008 yılı benim için 2007 kadar güzel geçsin. 2008 hepimize sağlık getirsin. Ülkeme güzel günler göstersin (bunu söylediğim anda Türkiye' de geçen tartışmalara bakınca kahroluyorum, yeteri kadar derdimiz yokmuş gibi ne diye . . . neyse . . .), düşünen, yorumlayan, sorgulayan insanlarımızın çoğunlukta olduğu bir gelecek olur umarım.

Read more...

Pazar, Ocak 20, 2008

Hayata uyanmak

Bir film seyrettim, 1000 sayfalık felsefe kitabını damardan almış gibi oldum. "Fight Club" filminden beri bu denli hayatı sorguladığım bir film olmamıştı sanırım. "Waking Life" aslında tam da bir film sayılmaz bir animasyon ama önce gerçek oyuncularla çekilmiş sonra özel bir teknik kullanılarak animasyona dönüştürülmüş. Filmi izlerken bir kitap okuyormuşsunuz gibi geliyor. Size hayat hakkında çeşitli teorileri sunuyor ama nasıl diyeyim yani seyredince "tamam demek buymuş" diyeceğiniz türden değil. Sizi tamamiyle düşündürüyor, 10 dan fazla felsefi düşünce üzerine yoğunlaşıyorsunuz ama zevk alıyorsunuz merak etmeyin. Sunulan bilgileri alıp özümsemeniz beklenmiyor, hayat görüşünüze göre yorumlayıp bazı sonuçlar çıkartmanızı mümkün kılıyor. Nietzsche' ten de esintiler bulabileceğiniz bu filmi, aşağıdaki konuşmalar ilginizi çektiyse, kaçırmamanızı öneririm. Kesinlikle hayatını boş şeylerle geçirmek istemeyen herkesin bu felsefi oğreti niteligindeki filmi defalarca, icinde geçen her kelimeyi üzerinde düşünerek tekrar tekrar izlemesi gerek. Ama düşünmeye yönelik herhangi bir güdünüz olmayan bir insan tipiyseniz fotosentez yapmaya devam edin. (Aşağıdaki çeviriler çeşitli sitelerden derlenmiştir, filmin orijinal metnine ulaşmak için tıklayın)

“Hepimiz heba oluyoruz. Lanet olsun, bütün bir nesil benzin pompaliyor, garsonluk yapiyor, ya da beyaz yakalı köle olmuş. Reklamlar yüzünden araba ve kıyafet peşinde. Nefret ettiğimiz işlerde çalışıyor, gereksiz şeyler alıyoruz. Bizler tarihin ortanca çocuklarıyız. Bir acımız yok, ne büyük savaşı ne de büyük buhranı yaşadık. Bizim savaşımız ruhani bir savaş. Ve bunalımımız kendi hayatlarmız…!”

"bir keresinde bir arkadaşım şunu söylemişti: yapacağın en kötü hata, hayatın bekleme odasında gerçekten de uyuyorken, yaşadığını düşünmektir. Kurnazlık, senin uyanıkkenki akıl yeteneklerinle, düşlerindeki sonsuz olanakları birleştirmektir. Eğer bunu yapabilirsen herşeyi yapabilirsin. Hiç nefret ettiğin ve gerçekten de sıkı çalıştığın bir işin oldu mu? Uzun, sıkı bir çalışma günü. Sonunda evine gidersin yatarsın, gözlerini yumarsın ve birden kalkar ve farkına varırsın ki o gün boyu çalışma sadece bir rüyaymış. İçine uyandığın hayatı asgari ücrete satmak yeterince kötüyken, şimdi bir de rüyalarını bedavaya alırlar."



"Kendi yıkımını hazırlayan insan kendini yabancılaşmış, sapına kadar yalnız hisseder. Toplumun dışındadır. Kendi kendine şöyle der: "deliriyorum galiba". Anlamadığı şudur: toplum da tıpkı kendisi gibi büyük zarar ve felaketlerden karlı çıkar. Bu savaşlar, kıtlıklar, su baskınları ve depremler çok belirli gereksinimleri karşılarlar. insanlar kaos ister. Doğrusu buna geresinimleri de vardır. Durgunluklar, çatışmalar, halk hareketleri, cinayet, hepsi korkunç. ölüm ve yıkımın yarattığı bu karşı konulmaz orji durumunun içine çekilmişiz neredeyse. Hepsi içimizde. İçinde olmaktan zevk alıyoruz. Tabii ki medya tüm bunlara üzgün bir yüz takınır, bunu, onları büyük insan trajedileri kılıfına sokarak yapar. Ama hepimiz medyanın işlevini biliyoruz, dünyadaki kötülükleri yoketmeye çalışmaz, onun görevi bu kötülükleri kabul etmemizi ve onlarla birlikte yaşamamızı sağlamaktır. İktidarın bizden istediği edilgin gözlemciler olmamızdır. Kibritin var mı? (Bu sahnede o sırada üzerine benzin dökmektedir, sessizliğini kendini yakarak gösterme eğilimiyle) ve onlar bize başka bir seçenek vermezler. Arada sırada bütünüyle simgesel değerde bir katılım eylemi olan oy vermenin dışında tabii. Sağcı bir kukla mı yoksa solcu bir kukla mı olmak istersin? Galiba şimdi sosyopolitik ve bilimsel modellere ilişkin yetersizliklerimi ve hoşnutsuzluklarımı yansıtmanın tam sırası. Bırak duyulsun sessizliğim."

"Belediye binasıyla, ölüm ve vergilerle savaşamazsın. Politikadan ya da dinden bahsetme. Bu, güvenlik hattını ihlal eden düşman propagandasıyla eşdeğerdir. “Yere yat asker. Yere yat, asker.” 20. yüzyıl boyunca hep bunu gördük. Şimdi 21.yüzyıldayız… ayağa kalkma ve kendimizi bu fare labirentine sıkıştırdığımızı anlama zamanıdır. İnsanlıktan çıkmaya boyun eğmemeliyiz. Seni tanımam ama bu dünyada ne olduğuyla ilgileniyorum. Yapı ile ilgileniyorum. Denetleme sistemleriyle ilgileniyorum, hayatımı kontrol eden ve hep kontrol etmeye çalışacak olan. Özgürlük istiyorum! İstediğim bu! Senin de istemen gereken bu! Herbirimize ve hepimize bağlıdır koyverip gitmek, altetmek hırsı, nefreti, kıskançlığı ve tabii ki güvensizliği… çünkü bu bizi acınası ve küçük hissettiren temel bir denetleme mekanizmasıdır, böylece bağımsızlığımızdan, özgürlüğümüzden yazgımızdan isteyerek vazgeçeriz. Kitlesel bir biçimde koşullandırıldığımızı anlamalıyız. Meydan okumaya başla şu birleşik kölelik devletine! 21. yüzyıl yeni bir yüzyıl olacak, köleliğin yüzyılı olmayacak yalanların ve önemsizliğin, sınıf ayrımının, devletçiliğin ve diğer denetleme biçimlerinin yeni yüzyılı olmayacak. Saf ve doğru bir şey için ayağa kalkan… insanlığın çağı olacak. Liberal Demokratla, tutucu Cumhuriyetçi sadece çöp yığınıdır. Hepsi de seni denetlemek için. Bir paranın iki yüzü gibi. İki yönetici takımı denetim için çekişmekteler! Kölelik Anonim Şirketinin yönetim kadrosu için. Gerçek oralarda bir yerde önünde duruyor ama yalanlar büfesinde sergiliyorlar onu! Bundan sıkıldım. Artık yemiyorum, Anladınız mı? Direniş boşuna değil. Kazanacağız. İnsanlık yeterince iyi. Biz başarısızlar ordusu değiliz! Ayağa kalkacağız ve insan olacağız! Gerçek şeyler için, önemi olan şeyler için kendimizi ateşe atacağız: başeğmeyi reddeden yaratıcılık ve dinamik insan ruhu gibi şeyler için! Tamam. Bu kadar söyleyeceklerim! Şimdi sıra sizde!"

Read more...