"I should not talk so much about myself if there were anybody else whom I knew as well." - "Eğer bir başkasını daha iyi tanıyor olsaydım, kendimden bahsetmezdim." - Henry David Thoreau

Çarşamba, Aralık 30, 2009

Sapere Aude!

Uzun süredir bir konu hakkında yazmak istiyordum ama bir türlü nasıl başlayacağıma karar verememiştim. Kısmet bugün böyle bir başlangıç yapmakmış.

Çocuklar dünyanın en saf yaratıkları. Aslında inanılmaz bir beyin kapasiteleri var, küçük yaşta ne versen alıyorlar. Zamanla çocuklara verilen bilgilerin kalıcı hale gelme ihtimali de yüksek. Çocuk yaşta insan anlatılan herşeye inanıyor. Çok iyi hatırlıyorum, Çetin abim arada sırada film anlatırdı, ben de onu büyük zevkle dinlerdim. Ama filmleri kendi kafasına göre anlatırdı. Bana sorardı "Bugün ne dinlemek istiyorsun?" diye ben de DVD dükkanından film seçer gibi söylerdim bir film, adını bilmesem bile türünü söylerdim o bana anlatırdı. Bir gün hiç unutmuyorum "Devler Çarpışıyor" isimli bir film anlatmıştı bana. Saatlerce iki devin dağın başına kadar yürüyüp orada birbirlerine toslamaları ve aşağıya düşüp ölmeleri gibi uydurma bir hikaye idi. Ama ben inanırdım bunlara o yaşlarda.

Çocuğun ona verilen bilgiler için herhangi bir filtresi olmuyor, verilen her şeyi anında alıyor. Belli bir zaman sonra birey aldığı eğitim, bulunduğu çevre vs gibi etkilerin yanında kişiliğinin de oturmasıyla bir filtre oluşturuyor ve kafaya girecek bilgiler belli bir sorgu süzgecinden geçiyor. Her bilgi içeriye girmiyor. Ama içerideki yanlış bilgiler (kimine göre doğru) doğrularıyla değişmediği gibi, içeriye kabul edilenler çocuğa küçükken yüklenen programın kabul ettikleriyle sınırlı kalıyor.

Şimdi bilgiyi çeşitli sınıflara ayırabiliriz ama ben burada 3 sınıfa sokacağım. Doğru Bilgi, Yanlış Bilgi, Yanlı Bilgi. Çocukken hiç bir süzgeçten geçmeyen bu 3 tip bilgi ile beynimiz dolduruluyor tamamen tesadüfi olarak. Yani doğduğumuz ülkeden, anne babamıza, bulunduğumuz çevreye, okuduğumuz okullar ve öğretmenlerimize kadar bir çok farklı etken neticesinde düşüncelerimiz şekilleniyor. Zaman içerisinde yanlış bilgilerden kurtulabiliyorsak, yanlı bilgileri doğrularla değiştirebiliyorsak bunları kendimizi geliştirmeye ve açık fikirli olmaya, sorgulama yeteneğimizin başarısına borçlu olabiliriz ancak. Ama birçoğumuz bunu yapamıyor elbette. Özellikle bazı bilgileri sorgulaman yasaklanmış olarak başlıyorsun hayata. Bilginin senin için bir kutsallığı var ve sen de bunu senden sonrakilere aynı metodla taşıyorsun. Herkesin aklına elbette din gelecek ama söylediğim salt din değil, yakın/uzak tarihimiz, örf adetlerimiz , cinsellik, politika vs gibi bir çok birikim var gelecek nesillere taşıdığımız. Anlatmaya çalıştığım şey neden korkuyoruz da sorgulanılması düşünülemeyecek tabuları yaratıp küçük yaştaki çocuklarımızdan birer robot-insan yetiştiriyoruz. Zamanın bir ruhu vardır, bugün için doğru olan yarın da geçerli olacak değildir. Ya da geçmişte bilinen doğrular bugünün büyük yanlışları olabilir, yoksa mesela hala kız çocuklarını gömüyor olurduk. Dünya değişiyor, ve bildiğimiz doğrular da değişiyor. İnsanlar sınırlı bilgilerle yetinmemeli, her düşünce yanlışlanarak daha iyi düşüncelere dönüşebilir. Bizi insan yapan en büyük özelliğimiz düşünmek ise, bunu engelleyici yollara girip insana koyun muamelesi yapılmasının bir nedeni olsa gerek. Düşünsenize, bizler bundan yüzlerce, binlerce yıl önceki insanların bazı yaptıklarına, inançlarına, ırkçılıklarına bakıp eleştiriyor, gülüyoruz ama bundan belki de sadece onlarca yıl sonra gülünüp geçilecek benzer özelliklerimiz var. Hele bazı konularda zaman boyutunu bile kullanmana gerek kalmıyor. Dünyanın herhangi bir ülkesinde eleştirdiğin bir konunun tıpatıp aynısı senin yaşadığın yerde olunca göğüs kabartıcı etki yapabiliyor. Yani kendi aklımızın ve eylemlerimizin değil de dış etkenlerin , tabuların etkisiyle düşüncelerimiz şekilleniyorsa, özgürlük ne kadar yakınımızda düşünmek gerek.

Dünyanın özgür beyinlere ihtiyacı var.
Bu konuya biraz daha devam etme niyetindeyim. Herkese mutlu yıllar.

Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır. Sapare Aude! Aklını kendin kullanmak cesaretini göster! sözü şimdi Aydınlanmanın parolası olmaktadır.
Immanuel Kant

Tabu : Yasaklanarak korunan (nesne, kelime, davranış).
Sapere Aude : Dare to Know "Bilmeye cesaret et (Immanuel Kant, 1784)"
Fotoğraf : Tekin Mentes, Korsika

Read more...

Perşembe, Aralık 24, 2009

Life is . . .

Dünyayı gezen akranlarımın yaşadıklarını okumak hoşuma gidiyor. Bugün Ezberbozan Efe' nin yazısını okudum. Affına sığınarak çok hoşuma giden bir paragrafını aşağıda alıntılamak istiyorum. Bu hayata bir kez geliyoruz, tadını çıkartmak gerek. İmrenilecek bir hayatınız olması için çok paraya ihtiyaç var diye düşünmeyin, her gününüz birbirinin kopyası gibi geçmesin yeter. Hayatın ona verdiğimizden başka bir anlamı yok (Life is what you make of it). Hadi hep beraber Liz ile tanışın şimdi;

. . .
Cameron Highlands’de bir sürü yürüyüş yolu var trekking severler için. Ben sevmem:) ama yeni pabuçları deneyeyim dedim. Orta zorlukta ki 9A – 9B patikasını keşfetmeye karar verdik. Sabah kahvaltıda roti (Hint hamur işi) yemeye indik şehre. Burada Bir başka muhteşem şahıs olan Liz’le tanıştık. Bizim yediğimiz yerde yardım ediyormuş. Oturdu bizim masaya. Konuşmaya başladık. O anlattıkça bizim ağızlar daha da açıldı. Yaş 76, sene 56’da fransızca öğrenmek için çıkmış evden. Bir daha da geri dönmemiş. 2-3 senede bir annemi görmeye gittim dedi. Siz nerdensiniz diye sordu. Ben türküm dedim. Sene 65’de 3 hafta gezmiş. Arkadaşlar İsveçli olduklarını söyleyince İsveçce konuştu biraz. Hatta onların yaşadıkları kentte de yaşamış zamanında. İsveçli ressam bir sevgilisi varmış. Biz sordukça anlattı. Yedi yıl Hindistan’da, on yıl Endonezya’da, onbeş yıl Avustralya’da, beş yıl Ibiza’da, iki sene Japonya’da yaşamış. Bunlar hatırlayabildiklerim. Afrika’yı gördün mü diye sordum. Land Rover’la 13 ülke gezdik zamanında dedi. Arkadaşlardan biri Güney Amerika dedi. Bir buçuk sene de oralarda gezinmiş. Galapagos’a da donanma gemisiyle gitmiş her nasıl becermişse. Uzun lafın kısası, (fotoğrafını da göreceksiniz flickr’da) Liz bize hayatta hiçbirşey yapmamışız gibi hissettirdi. Söyledik bunu da kendisine. Kaç yaşındasın? 30. Daha önünde 46 yıl var, sen de yaparsın dedi. Yeter ki kendini o boktan şehir hayatının içine sokm??? Bu hatun hala günde üç saat kaldığı otelin köpeklerini falan gezdiriyor. Hayran hayran ayrıldık Liz’in yanından, o köpeklerine gitti, biz ormanımıza yollandık.
. . .
Yazının tamamı
Liz

Read more...

Çarşamba, Aralık 02, 2009

2 Ülke, 6 Şehir, 9 Gün

Herşeyi bırakıp dünya turuna çıkan insanlara çok imreniyorum. Blog' umdan sürekli ahkam kesip "hayallerinizin peşinden gidin" demek kolay elbette. Ama yapmak kolay olmuyor işte. Benim de bir "Dünya Turu" hayalim var ama her geçen gün hayalimden uzaklaştığımı düşünüyorum. Internette insanların günlüklerine bakıyorum, hatta "Barış Nerede" sitesini de o yüzden görülesi siteler kısmına eklemiştim.

Uzun süre herşeyi bırakıp gidemesek de, ara ara dünyanın çeşitli yerlerini gezmeye çalışıyoruz yıllardır. Genelde zamansızlıktan buraya koyamadım "Evliya Çelebi"nin maceralarını ama yavaş yavaş tüm gezdiğim yerlerle ilgili resimler, bilgiler, öneriler yayımlanacak. Bu yazı da gezdiğim yerlerden en sonuncusu olan İsveç ve Danimarka' yı anlatıyor zaten.

Öncelikle size nasıl bir tatilci olduğumuzu anlatmamız gerek. Türkiye' deyken başlamıştı bu alışkanlığımız. Tatilde tek bir yere gitmiyoruz hiç bir zaman. Sırtımıza çantalarımızı alıyoruz, bir rotamız oluyor (bazen olmuyor bile), her gün zıplaya zıplaya gezebildiğimiz kadar yeri gezip, tatilimizi öyle noktalıyoruz. Danimarka gezimiz de bu şekilde geçti. Kopenhag' tan başladık, sırasıyla Roskilde, Arhus, Danimarka' nın en kuzey ucu olan Skagen, feribotla Göteborg, oradan aşağıya Malmö ve tekrar Kopenhag.

30 Ekim' de yola çıktık ama biletlerimizi aylar öncesinden almıştık. Planlamayı önceden yapınca çok ucuza uçak bileti bulabiliyoruz. Biz de iki kişi Amsterdam-Kopenhag gidiş-dönüş 130 Euro ya Norveç Havayollarından biletlerimizi aldık. Haftalar öncesinden de kütüphaneden İsveç ve Danimarka ile ilgili kitaplarımızı alıp (Lonely Planet kitapları şiddetle tavsiye olunur ) dersimize çalıştık. Daha doğrusu Barış dersimize çok çalıştı ve beni de hazırladı.

İskandinav ülkelerini çok merak ediyordum, bu nedenle bu seyahat benim için çok önemliydi. Bu soğuk ülkelerin sıcak insanlarını tanımak, tarihlerini öğrenmek, yemeklerini tatmak beni birkaç yaş gençleştirdi. Kopenhag' a vardığımızda neredeyse gece yarısı olmuştu, daha önceden hiç bir otel rezervasyonu yaptırmamıştık (Çoğu kez macera oluyor plansız hareket etmemiz), hemen bir otel bulduk. Bir uyarı, iskandinav ülkelerinde her türlü rezervasyonu internet üzerinden yaparsanız çok daha ucuza geliyor. Bu söylediğim feribot için de geçerli, otel için de. Biz sonradan keşfettik ve her gittiğimiz yerde önce internet bulup ayarlamalarımızı yaptık, böylesi çok daha avantajlı.

Kopenhag da 2 gün kaldık, bisiklet kiraladık ki kesinlikle yapılması gereken bir şey (Günlük 85 kron). Şehri en güzel bisikletle gezebilirsiniz. Tekne gezisi yaptık (adam başı 60 kron), bu da tavsiye olunur, zira meşhur deniz kızı heykeline en kolay tekne ile gidebiliyorsunuz. Ben çok büyük bir heykel bekliyordum ama bayağı küçük olduğunu buradan belirteyim. Bir sabah havuza gittik, ilginç bir deneyimdi. Olmazsa olmaz Christiania' ya gittik. Detaylı bilgiyi buradan bulabilirsiniz. Kısaca Christiania, Kopenhag sınırları içerisinde bir nevi özerk bölge, "Özgür Kasaba" diye geçiyor, bayrakları bile var. Komün hayatı yaşanıyor, yaklaşık 1000 kişilik bir hippi köyü, belediye hiç birşeye karışmıyor, vergi vermiyorlar, hafif uyuşturucu satışı serbest, duvarları yazılı, harabe gibi bir yer, insanları mutlu. İlginç bir yer ama benim çok da hoşuma gittiğini söyleyemem, ancak mutlaka görülmesi gereken bir yer. Ertesi sabah çok güzel bir yerde Açık Büfe kahvaltı yaptık, kopenhaga giderseniz mutlaka burada kahvaltı yapın; Cafe Alma (Gunlogsgade, 5-7, rezervasyon gerekebilir 32543204, brunch adambaşı 150 kron). Akşam sokaklarda gezdik, bir meydan da açık fotoğraf sergisi vardı, dünyanın 100 ayrı yerinden manzara fotoğrafları, görülecek ne çok yer var. Sonra kaybolduk, üşüdük, ama mutlu mesut otelimize varmasını bildik.

Kopenhag' dan trenle Roskilde' ye geçtik. Benim en sevdiğim yerlerden biriydi burası. Sessiz bir yer, sonbaharı gerçek anlamda burada gördük. Muazzam bir kilisesi var (12. Yüzyıl), mutlaka görülmesi gerekir. Unesco dünya mirası listesindeymiş. Bu kadar ufak bir yerde bu kadar görkemli bir kilise beni şaşırtmıştı ki kralları zamanında burada yaşamış, zaten içeride Danimarka' nın 37 kral ve kraliçesinin tabutu vardı.

Roskilde güzel bir sahil kasabası, limanda bir sürü güzel tekneler, botlar, yelkenliler var. Pazar günü herkes deniz gezmesi yapmış, teknelerini limanda karaya çekip arabalarına bağlayıp evlerinin yollarını tutan insanlar gördük. Gezdiğimiz yerlerde müzeye gitmeye bayılıyorum, bulunduğun yeri tanımanın en güzel yollarından biri. Roskilde' de Viking Müzesi var, kesinlikle görülmeli (80 kron). Vikingler ile ilgili tüm bilgilerimizi tazeledik. Hayran kaldım yaşam tarzlarına, bir döneme damgasını vurmuşlar resmen. 1960 larda 5 adet Viking Gemisi bulunmuş, müze bu konsept üzerine oluşturulmuş. Gemi enkazı ve Viking tarihi üzerine bir ton bilgi. Viking korsan demekmiş, ama korsanlık yapan çok az Viking kabilesi varmış. İstanbul' a kadar gelmişler gemileriyle.

Roskilde' den Arhus' a geçtik (trenle 3,5 saat). Arhus Danimarka' nın 2. büyük şehri. Üniversiteler ve Öğrenciler kenti. Bana Kopenhag' tan daha sevimli geldi. Arhus' ta çok güzel bir lokantada (Klassisk 65 Bistro & Vinbar) harika bir yemek yedik, çok güzel şarapları da var, tavsiye olunur. Özellikle kendi yapımları olan somon' u mutlaka deneyin. Lokanta biraz tuzlu ve kredi kartı geçmiyor bilgisini hemen vereyim ardından da Lonely Planetteki şu söz ile cümlemi bağlayayım; "Eğer iskandinav, İngiliz ya da Japon değilseniz Danimarka size biraz pahalı gelecektir." Neyse, Arhus' ta yılın ilk karını gördük, üşüdük ama kar aslında içimizi ısıttı. Öyle bir sevinç kapladı işte. Çocuk gibiyiz n'apalım. Oradan kadın müzesine gittik (40 kron), Danimarka kadınlarının mücadelesi anlatılıyor. Danimarka kadınları 1915 yılında seçme seçilme hakkını kazanmışlar. Kadınlar bu hakkı talep etmişler, kazanmak için örgütlenmişler, yürümüşler, gösteri yapmışlar. Türkiye'nin 74 yıl önce parlementodaki kadın temsil oranıyla Dünya ikincisi iken, şimdi sonlarda olmasının altında kadınlarımıza bu hakkın hediye edilmiş olması yatıyor olabilir.

Arhus' tan trenle Aalborg' a geçtik, orada bir kahve molası verip Frederikshavn' a, oradan da trenle Danimarka' nın en kuzay ucu Skagen' a vardık. Hava buz gibiydi. Skagen bir sahil kasabası, balıkçılığın yanında ressamlarıyla ünlü. Buraya yolunuz düşerse mutlaka ama mutlaka Skagen Müzesini gezin. Burada bir zamanlar yaşamış olan muhteşem ressamlarla tanışın, hayat hikayelerini okuyun, resimlere bakın. Çok ama çok hoşuma gitti. Tüm gezimiz boyunca en çok beğendiğim müze burası oldu diyebilirim. 1850' den başlayarak ışığı, gökyüzü, deniz ve balıkçılarıyla bir çok artisti kendine çekmiş Skagen. Skagen ekolü bile oluşmuş (Her türlü hava koşuluna rağmen açık havada resim yapmak). Müzeden sonra postaneye gittik, annelerimize kart attık, ben bir de canım arkadaşım Candaş' ın doğumgününü kutlamak için bir kart attım.

Skagen' den Frederikshavn' a döndük, yemek molasının ardından feribotla Goteborg' a geçtik. Feribot seyahatimiz de çok güzeldi, daha evvel Korsika' da feribot kullanmıştık, içeride kumarhaneden, lokantaya herşey var. 3,5 saatlik yolculuğun ardından İsveç'e vardık. Göteborg çok güzel bir şehir, İsveç' in 2. büyük şehri. 2 gün kaldık burada. Müze gezecek vaktimiz olmadı, şehrin sokaklarına, cafelerine, pastanelerine verdik kendimizi. Çok güzeldi çok, İsveç' i çok sevdim. Feskekorka' da mutlaka balık yemelisiniz. İnsanları, ekonomisi, sokakları, eğitim sistemi, binaları herşeyi çok güzel. İsveç 100 yıldan fazladır barışçıl, 2. dünya savaşına katılmadığı gibi NATO' ya da girmemiş!

Göteborg' tan trenle Malmö' ye geçtik. Burada yaşayan arkadaşlarımız İnan ve Ayşe ile akşam yemeğe çıktık, 2 expat çift olarak bol bol sohbet ettik. Ondan, bundan, senden, benden, favori konularımızdan konuştuk. Harika bir akşamdı. Ertesi gün Malmö kalesi, Doğa Tarihi ve Sanat Tarihi müzelerini zaman darlığı sebebiyle hızlıca gezdik. Ardından Malmö' yü Kopenhag' a bağlayan meşhur köprüden (Oresund) geçerek Kopenhag Kastrup havaalanına ve sonra Amsterdam' a evimize döndük.

Gezi fotoğraflarımıza aşağıdaki linklerden ulaşabilirsiniz. Sitedeki menüye de yavaş yavaş fotoğraf albümlerini yüklüyorum. Dünya köşesi yapacağım, ülke ülke fotoğraflar olacak umuyorum. Bakalım zaman bizlere daha neler gösterecek.

Danimarka
İsveç

Aşağıda da Amerika ve İsveç' i karşılaştıran 2 bölümlük kısa ama çok güzel bir komedi programı var, bir hayli komik ama arada ironileri yakalayabilirseniz çok güzel. Kendimize pay çıkartacağımız bir çok yer var. Seyretmeye çalışın, özellikle Pop Star Evi ve Baconnaise kısımları çok hoşuma gitti.

The Stockholm Syndrome Part I
The Stockholm Syndrome Part II

Not : Barış gezimiz sırasında çok güzel notlar tuttu. Burada onun günlüğünden epey bir faydalandım. Bir dahaki gezilerimizi online yayınlamayı hedefliyoruz, bu amaçla taşıması kolay bir netbook bile edindik.


Read more...

Cumartesi, Kasım 28, 2009

Televizyon

Öncelikle herkesin bayramı kutlu olsun. Bayramların tadı yok yurtdışında yaşayınca. Hoş, Türkiye'de de artık bayramlar benim çocukluğumdaki gibi geçmiyor. Bayram deyince insanların aklına ilk tatil geliyor sanırım ki bu benim için de geçerli idi.

Bugün sabah kalktık, kahvaltıya oturduk. Hollanda kanalları arasında gezinirken, ulusal kanallardan birinde "Allah'a Giden Yol" isimli bir program yayımlandığını gördük. Program Arapça ve Türkçe altyazılı olarak Hollandaca dilinde yayımlanıyordu. 1-2 dakikalık bir duraklamam oldu. Sonra anladım Kurban bayramı daha doğrusu Hac dolayısı ile böyle bir program yayımlanıyordu. Çok çok çok hoşuma gitti, burada yaşayan Türk ve Fas asıllı müslümanlar düşünülerek, onların dili kullanılarak yayımlanıyor. Genel olarak günün anlamından, islam dinindeki öneminden, geleneklerden bahsediliyordu ve ayetlerden örnekler veriliyordu. Bir gün evvel de akşam haberlerinde Faslı bir ailenin Kurban kesiminden evde akşam yemeğine kadar olan süreç kültür programı gibi ana haber bülteninde yayımlanmıştı. Şimdi gelin de Hollanda' yı sevmeyin. Öğrenecek çok şeyimiz var, ama umutluyum, Türkiye'mde de güzel şeyler oluyor ve olacak.

Hazır televizyon demişken, geçen hafta Barış bana hastalığını bulaştırmayı başardığı için birkaç gün işe gitmedim, evde dinleniyordum. Hafta içi gündüz evdeyim ve elimde TV kumandası oradan buraya atlıyordum, ama Hollanda kanalları açık. Zira Türk kanalarında kadın programı adı altında işlenen beyin cinayetlerine şahit olmak istemiyordum. Gündüz saat 10 - 13 arası TV seyrettim ve izlediğim programlar şöyleydi;

Yemek programı; bir kadın bir erkek iki sunucu Tayvan' a gidiyorlar ve oradaki bir kaç ailenin evlerine gidip, yaptıkları yemekleri, yemek sunumlarını, aile içi iletişimlerini bizlere aktarıyorlar. Haftaya Ürdün' e gidiyorlarmış (The Taste Of Life).
Bir başka program; Bir kadın Avustralya' ya gidiyor ve bizlere oranın doğa güzelliklerini aktarıyor.
Bir başka program; Hollanda' da yaşayan yabancıların dil öğrenme, kültür adaptasyonu gibi problemlerin en aza indirilmesi için yapılan çalışmalar.
. . .

Programlar genelde bu şekildeydi, bir tane bağıran, çağıran, ağlayan konukları olan yayına rastlamadım. Böyle programlar yok mu derseniz elbette var ama çok seyrek ve gündüz programlarında görmedim hiç. Şimdi asıl soru şu, biz Türkiye' de bu programları çok sevdiğimiz için mi her gün izliyoruz, yoksa TV kanalları bu tip programları bize aşıladığı için mi seyretmek zorunda kalıyoruz. Tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan?

Tüm bu televizyon konularını konuşuyorken, şu haberi vermeden edemeyeceğim. Ülkemden her ne kadar umutlu olsam da arada bir karamsarlığa düştüğüm de olmuyor değil. Şimdi TRT gibi bir kanalda bu saçma sapan haberin ne işi var, nasıl bir mantığa hizmettir bu. Darwin'in, "Türlerin Kökeni" kitabını yazmasının üzerinden 24 Kasım'da 150 yıl geçmiş, ama TRT miz Darwin'i bitiren! belgeleri yayımlayarak Bilim Dünyasını aydınlatmayı (nasıl bir ampül kullanıyorsa!) kendine görev edinmiş. Aşağıda youtube bağlantısını veriyorum, mutlaka izleyin ve 1 dakika 46 saniye süren haberdeki 5 yanlışı bulun (15-25 saniyeler arası sağ üst köşeye bakın).

Darwini Bitiren! Balık

Ekşi sözlük gereken cevapları çok güzel bir üslupla vermiş, merak edenleriniz için;
Ekşi Sözlük Linki



Read more...

Pazartesi, Kasım 23, 2009

Gelecekten Umutluyum

Dünyada eleştirecek o kadar çok şey var ki. Her sabah kalktığımızda tüm bu olumsuzlukları düşünüp gelecek adına karamsar olmak istemiyorum. Her gün ama her gün istisnasız dünyada kötü şeyler olmaya devam edecek biz ne kadar üzülsek de. Dünyadaki tüm adaletsizlikleri, yanlışları eleştirmeye elbette devam edeceğiz, dünyayı daha güzel kılma mücadelemiz daima sürecek ama ben bugün gelecekten umutlu olmamı sağlayan binlerce güçten sadece 5 tanesini sıralamak istiyorum.

  • Bilim : Bilimdeki her gelişme bir umut olmuyor elbette ama sıraladığım diğer maddelerin de etkisiyle bilimin bizlere olan olumlu etkileri her geçen gün artıyor. Nükleer santralleri de, sürdürülebilir enerji kaynaklarını da bize armağan eden bilim. Bilimin nükleer santral üretmesi bir arzın sonucu aslında. İnsanın vurdum duymaz israfının bir sonucu. Nükleer santrale karşı çıkan insan evindeki enerjiyi boşa harcarsa bilim elbette enerji talebini iyi kötü ayırt etmeden çözmeye çalışır. Benzer şekilde bilim yüzyıllarca savaş endüstrisine hizmet etti ve etmeye devam ediyor, neden, çünkü insanların talepleri bu doğrultuda gerçekleşiyor. Kime sorsanız barışı savunur ama kimse barış için kılını kıpırdatmazsa bilim savaşa hizmet eder. Yani salt bilim dünyayı kurtarmaz, insanlar bilimden faydalanmasını bilecek, bu da ancak akıl ile olur.
  • Doğa : Her geçen gün uyarılarını artırıp insanların örgütlenmesine sebep oluyor doğa. Biz insanlara düşen ona kulak vermek aslında. Umutluyum çünkü sayımız her geçen gün artıyor. Ama bilinçsiz hareket eden bir çok insan var. Oturduğumuz yerden doğaya nasıl zarar verebiliriz ki diye düşünüyorsanız, Yuva (Home) belgeseline bir göz atın. Karamsar olmak için çok geç.
  • Kadın : Dünyamızı kurtaracak en büyük güçlerden biri kadındır. Bu elbette sadece benim düşüncem ve gözlemim. Kişiden kişiye değişebilir, hem fikir olmak durumunda değilsiniz. Ama benim gözlemlerime göre kadınlar perde arkasındaki gerçekleri görme ve gelecek kötü günleri sezmekte ve önlem almakta çok daha başarılılar. Biz erkekler dünyaya daha bir at gözlükleri ile bakıyoruz sanki. Internette ya da gazetelerde yazılanlara çizilenlere bakınca kadınların dünyayı güzelleştirecek düşüncelere daha çok ve azimle destek verdiklerini görüyorum. Bunun sebeplerinden biri kız çocuklarının beyinlerinin daha az yıkanmasından olabilir. Dünyada aslında erkek egemen bir toplum var, küçük yaşta erkek çocuklarının beyni din, vatanseverlik, erkeklik, güç, ayrımcılık vb düşüncelere daha çok maruz kalıyor. Okullarda bir takım gruplar daha çok erkekleri saflarına katmak için seferber oluyorlar, erkekler askere gidiyor, yani gelişim sürecinde erkekler daha çok sabit fikirli yetiştiriliyor, beyinleri programlanıyor. Kız çocukları da benzer bir süreçten geçse de (çocuk yapacaksın, anne olacaksın, erkeğine hizmet edeceksin, vs vs vs) bir çoğu şanslı olarak bu travmayı atlatabiliyor. Böylece yeni fikirlere, düşüncelere daha çabuk tepki veriyorlar. Dediğim gibi sadece bir düşünce benimkisi doğruluğunu iddia etmiyorum, üstelik gözlemim daha çok tanıdıklarımla sınırlı. Ama kadınların bir umut olduğunu size ispat edebilirim. Aşağıdaki soruları belli bir eğitimi olan erkek ve kadın grubuna ayrı ayrı sorduğunuzu düşünün, sorulara en çok ne cevap verildiği değil de yüzdesel olarak dağılımlar önemli. Bir başka önemli nokta da erkek ve kadın grupların karşı cinsle olan ilişkisi ve bağı (evli, partner, kardeş vs). Yani ben eminim bekar erkeklerin birçok soruya verdiği cevaplar evlendikten sonra değişebilir. Yani kadın isterse . . .
  1. Nükleer santraller gerekli midir?
  2. Et mi salata mı?
  3. Futbol mu, belgesel mi?
  4. Anti-militarist misiniz?
  5. Ayda kaç kitap okursunuz?
  6. Vegan olmayı düşünür müsünüz?
  7. Evde yalnız yaşıyor olsanız evinize çiçek alır mısınız?
  8. Silahları sever misiniz?
  9. Fırsatınız olsa zevk için avcılık yapar mısınız?
  10. Evrim teorisi bilgileriniz bilim adamlarına mı, hocalara mı dayanıyor?
  11. Ekolojik/Organik gıda size ne ifade ediyor?
  12. Çöplerinizi ayrıştırır mısınız?
  13. Çimenlerde çıplak ayak yürümek mi, playstation mu?
  14. Çevre için aktivist misiniz? Gönüllü çalışmalara katılır mısınız?
  15. Şiddet arada bir gerekli midir?
  16. ...
  • Bilgi Paylaşımı : Eskiden insanların bilgiye ulaşması çok zordu. İnsanlar çoğunlukla onlara söylenenlerin gerçek olduğunu sanırlardı, böylece tembel beyinler yetişti. Onları suçlamıyorum. Yapacak bir şey yok eğer bilgiye erişim mümkün değilse. Düşünsenize eski Yunan uygarlığında yaşıyorsunuz ve Olimpos dağının üzerinde oturduğu söylenen Zeus' a inanıyorsunuz ya da dünyanın düz olduğu bilgisine sahipsiniz. Ama günümüz de bilgiye erişim çok kolay, ufak bir araştırmayla, bir çok şeyi anlamanız mümkün. Elbette internet bir deniz ve doğru/yanlış bir çok bilgiyi barındırıyor ama aklını kullanabilen insan için düşünce gelişimine büyük etkisi var tüm bu olanakların. O nedenle her gün binlerce insan yazıyla, görüntüyle düşüncelerini açıyorlar birbirlerine özgürce. Ben doğru, temiz fikirlerin gereken yerlere emin olduğum için gelecekten umutluyum.
  • Sen : Buraya kadar okumuşsan ve biraz da olsa dünya için bir şeyler yapma çaban varsa, sen de benim için bir umutsun, hem de en büyük umut.

Read more...

Pazar, Kasım 15, 2009

Repetitive Strain Injury

Geçenlerde elimde başlayan ağrıdan dolayı internette biraz araştırma yaptım. Konu konuyu açtı ve sonunda RSI (Repetitive Strain Injury - Tekrarlayan Gerilim Deformasyonu) rahatsızlığından muzdarip olabileceğime karar verdim. Evet kendi kendimin doktoru olmak gibi saçma sapan bir özelliğim var. Daha hangi belirtilere, hangi teşhisleri koyduğumu bilseniz şaşarsınız.



Çok fazla mouse/klavye kullandığım için hastalığa davetiye çıkardığımın farkındayım. Öncelikle çok çalışmamak gerekiyor, daha doğrusu uzun süreli olarak bilgisayar başında hareketsiz durmamak gerekiyor. Bense, yaşam ünitelerim bilgisayara bağlıymış gibi hareket ettiğimden bu konuyu ciddiye almaya karar verdim.


İş yerinde bu konularla ilgilenen bir yardımcı danışman var, onunla konuştum. Aslında işe ilk başladığım gün, bu şahıs masama gelmiş ve sandalye, masa, ekran düzenlemesi yapmış. Herşeyi ölçüp biçmişti, bir sürü de nasihatta bulunmuştu. Tabi ben alışkanlıklarımı değiştirmek yerine, kendimi rahat hissettiğim şekilde çalışmaya devam etmiştim. İşte biz böyleyiz, yetiştirildiğimiz çevre midir nedir bilemiyorum ama Türk’ e birşey olmaz yaftası yapıştırılmış bir kere kafamıza, daha bir çok saçma sapan şey gibi!


Neyse kadın ile tekrar konuştum, bana bir iki öneride bulundu ve bu konuda danışmanlık yapan bir firmadan yetkili birini davet etti. Gelen kadın ben ve benim gibi daha önce şikayetleri olan diğer çalışanlarla tek tek ilgilenerek, masa-sandalyelerimizi boylarımıza göre ayarladı ve aşağıdaki tavsiyelerde bulundu;

  • Her saat başı 10 dakikalık molalar ver,
  • Öğle aralarında az da olsa mutlaka yürüyüş yap,
  • Küçük bir su şişesi getir (Bunun için yaptığı açıklama çok güzeldi; Şişedeki suyu bitirdikçe yeniden doldur, bu işin çok hoş yan etkileri vardır, sıklıkla şişeyi doldurmak için musluğa gitmenin yanında tuvalet için vereceğin molaların sayısını da arttıracaktır!),
  • Oturma şekli ve masa sandalye ayarları ile ilgili de wikipedia daki şu resmi öneriyorum sizlere.

Şimdi tüm bunlar iyi güzel de ben öyle kolay kolay çalışırken ara veren biri değilimdir. Zamanın nasıl geçtiğini bile anlamam, bu su şişesi o yüzden çok faydalı olabilir diye düşündüm. Sonra internette Workrave isimli programı buldum. Program kullanıcıya vermesi gereken molaları hatırlatıyor, arada yapılabilecek egzersiz önerileri de veriyor. 3 tip mola ayarlayabiliyorsun; Küçük ara (Mesela her 10 dakikada 1 dakika ara), dinlenme arası (Mesela her saat başı 10 dakika) ve Günlük çalışma limiti. Programın güzel tarafı senin çalışma durumuna göre zamanı ayarlıyor olması. Yani bilgisayar başındasın ama bir sure bir şey yapmıyorsan, ara vermen için gereken süreyi donduruyor. Böylece sadece bilgisayarı (klavye/fare) kullandığın zamanları hesaplayıp sana mola verdiriyor. Üstelik kullanımı bedava ve hiçbir reklamı da yok. Tek can sıkıcı tarafı; yoğun çalıştığın dönemlerde habire mola vermen için seni uyarması, o zamanlar kapatıyorum ve su şişesi metodunu kullanıyorum.



Tüm bu önerilerin yanında, RSI dan korunmak için çok güzel bir fare (mouse) buldum. Normal fare' leri kullanmak için elimizi yatay duruma getirmemiz gerekiyor. Uzun süre elin bu şekilde yatay olarak kullanılması ileri de bir takım problemleri de beraberinde getiriyormuş. Bu sebeple yatay fare’ ler geliştirilmiş. Ben de Evoluent Mouse ürününü talep ettim. 3 haftadır kullanıyorum, ilk birkaç gün zorlansam da şimdi iyice alıştım ve sanırım psikolojik ama elimdeki ağrı azaldı. Ancak fareyi böyle el sıkar şekilde kullanma düşüncesi çok hoşuma gitti, sizlere de tavsiye ederim.

Sağlıklı günler.


Read more...

Salı, Ekim 27, 2009

Loituma - Ievan Polkka

Dün akşam eve çok yorgun gelmiştim. Gün içinde çok yoğun çalıştığımdan değil de sanırım kış saati uygulamasının etkisinden. Yaz' ın aksine, Kış çok karanlık geçiyor Hollanda' da. Sabah işe giderken ve akşam işten çıktığında hep karanlık ile arkadaşlık edince insan ister istemez depresif olabiliyor. İşte bu duygularla eve geldiğimde Barış bana bir şarkı dinletti, tüm dertlerimi, sıkıntılarımı unuttum desem yeridir. Vücudumdaki tüm kaslar şarkının temposuna ayak uydurmaya çalıştı, olağanüstü. Şimdi siz de derin bir nefes alın, bilgisayarınızın sesini olabildiğince açın, ve aşağıdaki klibi izleyin. Kaslarınız sizi dans etmeye teşvik edecek, direnmeyin (aman boynunuza dikkat edin!). Youtube bağlantısı olmayanlar için de en altta linkleri veriyorum.



Şarkıya bir şekilde vücudunuz eşlik etmeye çalışıyor ama nasıl bir dans olacağını tam olarak kestiremiyorsanız, Jim Carrey' e bir bakın (Orijinalinde arka planda başka bir müzik çalmasına karşın, birileri sağolsun Loituma' ya uyarlamış, çok da güzel olmuş);



Modern Versiyon Youtube Linki : http://www.youtube.com/watch?v=NgrGRcjyzVw
Orijinal Versiyon Youtube Linki : http://www.youtube.com/watch?v=4om1rQKPijI
Jim Carrey Versiyon Youtube Linki : http://www.youtube.com/watch?v=MBfgqyI3_XY

Read more...

Salı, Eylül 29, 2009

True Blood

5 Ekim' de bir aksilik olmazsa uzun süredir çalıştığım proje 3 ülkede canlı yayına geçecek, bu anın heyecanı ve koşuşturmacası arasında şöyle kanlı canlı bir yazı yazayım da heyecanım artsın. Efendim böyle yoğun dönemlerde stres atmak için filmler çok iyi geliyor. Bazen de yabancı dizileri takip ediyorum işte Dexter ve Lost gibi. İnternette film sitelerinde dolaşırken "True Blood" dizisine gözüm ilişti, nedir diye bakarken bayağı ilgimi çekti ve seyredelim dedik. Ben zaten oldum olası Vampir filmlerini severim, "Underworld" filminden sonra özellikle ilgim bir hayli arttı, Barış da korku filmlerini hiç sevmemesine rağmen bu tip vampir filmlerinden çok hoşlanıyor. Bir şans verelim bu diziye dedik ve hastası olduk. Vampirler hoşunuza gidiyorsa kaçırmayın derim.

Dizinin bir özelliği de kullanılan müzikler. Sizi temin ederim bu diziyi izledikten sonra "Southern Rock" dinlemekten kendinizi alamayacaksınız. İnanmıyorsanız aşağıda youtube linkinde verdiğim filmin ana tema muziğini dinleyin. Bir de dizide konuşulan güneyli aksanı (Inglorious Basterds da Brad Pitt' in konuşması gibi) başta kulağınızı tırmalasa da zamanla bağımlısı oluyorsunuz.

Yalnız bir uyarı, bu dizi her bölümüyle 18 yaş uyarısı içeriyor ona göre.


Read more...

Çarşamba, Ağustos 19, 2009

Sarı Mayo

Türkiye' de şu görüntüye sıkça şahit olmuşsunuzdur; İş yerinde, okulda evde, sokakta, aklınıza gelebilecek herhangi bir yerde, önemli bir futbol maçı varsa bir çok erkek bir araya gelir ve televizyonun ya da radyonun (gerçi artık 3G var, cepten seyredilir!) başına geçip heyecanla maçı takip eder. Duruma göre ya üzülür ya sevinir, yorumlarda bulunur vs. Tanıdık gelmiştir eminim herbirinize. Ben geçenlerde benzer bir duruma işyerinde şahit oldum. Evet evet Hollanda'da işyerinde radyo açıldı ve heyecanlı spikerin sesinden Fransa Bisiklet Turu dinlendi. Çok ilgimi çekti, spiker o kadar heyecanlı anlatıyordu ki ben de neler olup bitiyor anlamaya çalıştım. Arkadaşlarıma sorular sordum bana bilgi verdiler, Sarı Mayonun anlamını anlattılar, bu yarışmanın tarihsel gelişimini, ülkelerin ne derece önem verdiklerini vs vs anlattılar, ben de imrenerek dinledim. Sonra biri ama sizden kimse yok burada dedi, üzüldüm ama bizde bisiklete binmek pek spor olarak görülmez dedim kendi kendime.

Daha önceleri Lance Armstrong' un muhteşem hayat hikayesini ("Yaşama Çevrilen Pedal") okumuştum, daha doğrusu Barış okurken ben de nasiplenmiştim. 1996 yılında Armstrong'un üçüncü aşama testis kanseri olduğu ve hastalığın beynine sıçradığı açıklanırken, yaşama şansının yüzde 40 olduğu belirtilmiş. Ancak Armstrong, kanseri yenerek yaşama dönmeyi başarmış ve 1995-2005 yılları arasında Fransa Bisiklet Turunda üstüste 7 kez sarı mayoyu giyerek erişilmesi neredeyse imkansız olan bir rekora imza atmış.

Bu yıl birincilik 185 saatlik pedal çevirmenin ardından İspanya' ya (Alberto Contador - Resimdeki) gitti, seneye bakalım neler olacak. Yalnız Türkiye' de yaşarken de farkındaydım ama buradaki hayatı gördükten sonra bir kez daha anladım ki biz sanata, spora, edebiyata gereken ilgiyi göstermiyoruz millet olarak. Düşünün hayatınızı bisiklet sürerek, kitap yazarak, resim yaparak kazanmak istediğinizi hele de orta direkt bir aileden geliyorsanız. Biz de varsa yoksa mühendislik. Bunu değiştirmeliyiz.

Read more...

Salı, Ağustos 11, 2009

Evrimleşememek

Amerika ve Türkiye' nin birbirine çok ama çok benzediğine dair daha evvel bir iki şey karalamıştım burada. Genellikle kötü taraflarının birbirine benzemesi beni hep endişeye düşürüyor. Belki avrupa birliği çalışmalarının hızlanması bir çok alanda yaşadığımız kötü gidişi bir nevi hafifletir, en azından bu inancımı hala koruyorum. Ülkemde çok ama çok güzel şeyler de oluyor elbette, değişimle beraber gelen güzel şeyler, ama bazı insanlar hala kafalarını toprağın içerisinde bırakmaya niyetliler. Zaman içerisinde daha iyi değerlendireceğimizi düşünüyorum bu gelişmeleri.

Amerika ile olan olumsuz benzerliklerimizden bir tanesi de evrime olan mesafemiz. Bu konuya neden bu kadar takıntılıyız anlamakta zorlanıyorum. Sürekli bilimle dini aynı tasta yoğurmaya çalışan insanlar çıkıyor karşımıza ve evrim konusu hep dine küfür olarak algılanıyor, ya da algılanması sağlanıyor. Daha da beteri medya bu konuda bilim adamlarıyla, din adamlarını birbirine düşürüp izlenme oranlarını patlatmak için yanıp tutuşuyor, neyseki sağduyu sahibi bilim/din adamlarımız bu tip saçmalıklara pek pirim vermiyorlar. Ama 2 gün evvel TV de gördüklerim, sinirlerimi altüst etti. Hiçbir bilimsel sıfatı olmayan bir adamı reyting uğruna televizyona çıkartıp bilimsel tartışma yapılabileceğini düşünmek tamamiyle saçmalıktan ibarettir. Herhangi bir bilimsel dayanağı olmayan verilerle Evrim teorisini çökerttiğini ilan eden bu adamın şarlatan olduğunu anlayamayacak kadar kör olan beyinlerin aklına! hic gelmiyor mu acaba, yaw tüm bilim dünyasının kabul ettiği bir teoremi çökertecek delillerin varsa neden bunlar bir bilimsel makalede yer bulmuyor. Sen bilim dünyasını yerle bir edebilecek bu fikirlere sahipken, neden TV programlarında vakit kaybediyorsun ki! Senin tüm kitapların dünyanın her biryerinde sansürsüz olarak başka insanlara ulaşabilirken, sen Türkiye' de Richard Dawkins'in sitesini erişime kapattırarak ne derece özgür bir topluma hizmet edebilirsin ki! Yazık diyorum, bu tartışmaların mesnetsizliği beni çok üzüyor. Türk insanının evrimi bu kişilerden öğrenmesi ve bunu savunması nereden kaynaklanıyor olabilir? Sanıyorum insanların yaratılış konusunda kendilerini iyi hissetmeye ihtiyaçları var ve birilerinin onlara bir şekilde Evrim diye birşeyin olmadığını söylemeleri içlerini rahatlatıyor. Bu şarlatanlar da bundan nemalanıyorlar. Aha bak fosilleri de gösterdi milyon yıldır değişmeyen canlılar var, demek Evrim yokmuş, zaten ara fosil de yok (ara fosilden ne anlıyorlarsa!), oh rahatladım, inandığım herşey doğruymuş! Halbuki evrim teorisi kendi içinde de evrim geçiren bir teori ve zaman geçtikçe daha iyi anlaşılıyor, belki bundan 100 yıl sonra evrim bugunkü algıladığımızdan çok daha farklı bir noktaya gelecek. Mesela Big Bang teoremine bütünüyle karşı çıkılmıyor bugün, bir şekilde kutsal kitaplarda bahsedilenin, bilim adamlarınca açıklanan Big Bang olduğu söylenerek geçiştiriliyor, evrim de bu hale gelir zamanla, kim bilir. Din dindir, bilim bilim. Bunları çarpıştırmak zorunda değiliz. İkisinin birbirini doğrulamasını ya da yanlışlamasını beklememeliyiz. Biri gerçekle, diğeri inançla ilgili.

İsteyen istediğine inanır, istersen peynire taparsın, kimse karışamaz. Tanrı kavramını tartışamazsın, cünkü hiçbirşey ispat edemezsin. Bilim adamlığının özünde ise gerçeklik yatar, yani bir şeyi gözlem ve deneyle ispat edersen onu kabul edersin, ve herşeyi bir gerçekliğe bağlama azmine girersin. Burada aklıma Galileo nun yakılması geldi. Dünya yuvarlaktır diyordu, ispatini da yapiyordu, ama inaniş bunu inkar ediyordu. Sonrası malum. Dünyanın yuvarlak olmadığı düşünüldüğü zamanlarda kutsal kitapların dünyanın düz olduğunu söylediği iddia edilirken, bir anda yuvarlak olduğu yorumlanmaya başlandı. İşin içine insan yorumu girince dinin farklı zamanlarda farklı algılanması gerçekliği ortaya çıkıyor. Yarın evrim dini çevrelerce de kabul edilirse kimse dinden soğumayacaktır, bir şekilde yeni bir yorum ile din kavramın evrimin varlığını kabul etmesi sağlanacaktır kanımca. Sonuçta insanların birşeye inanma ihtiyacı var. Tek üzüldüğüm şey bu inançların bir takım kişilerce çıkar amaçlı kullanılması. Din ve milliyetçilik, yüzyıllarca insanları kullanmanın en etkili yoluydu, aslında hala daha öyle ama bu yeni yeni değişim gösteriyor. Yeter ki insanlar kendilerini kullandırtmasınlar. Steven Weinberg' in şu sözü ne kadar anlamlı ve gerçek;
Din olsa da olmasa da iyi insanlar iyi şeyler, kötü insanlar kötü şeyler yapacaktır; ama iyi insanların kötü şeyler yapması için din gerekir.
Dünyamız 4.54 milyar yıl yaşında, ve bilinen en eski insan 200.000 yıl önce yaşamış (bilimsel olarak). Bu şu demek oluyor; dünyanın yaşını 24 saat olarak düşünürsek, insanlık bunun sadece son 3.5 saniyesini yaşıyor daha (son 2000 yılı dikkate alsak 3-4 salise). Ve biz bu 3.5 saniyelik varlığımızla herşeyi kolay kolay açıklayacak durumda (henüz) değiliz. Ama dünyanın yokolmasını bir kaç salisede başarabilecek kapasitemiz var.

Read more...

Cumartesi, Ağustos 08, 2009

Nerelerdeyim?

Epeydir yaz(a)madım buraya. Yaz rehaveti diyelim. Yakında son sürat yazılar yazmak niyetindeyim. Hem kendimle , hem hayat ile hem de madalyonun tersi konusu ile ilgili yeni düşünceleri analiz etmeye çalışacağım. Bu aralar neler ile uğraşıyorum? Tatil dönüşü iş yerinde epey bir yoğunluk var. Çok önemli bir proje ile uğraşıyoruz o nedenle epey bir yoğun çalışma içerisindeyim ama bir o kadar da mutluyum, çünkü yeni projeler beni "sürekli yeni şeyler öğrenme" döngüsü içerisinde tutuyor ve monotonluktan uzaklaştırıyor.

Şunu da belirtmeden geçemeyeceğim, bu proje için çok ama çok fazla çalışmamıza rağmen sadece bir kere fazla mesai yaptım! Türkiye' deki çalışma tempomuza baktığımda böyle bir proje için gece, gündüz, haftasonu demeden çalışırdık diye düşünüyorum. Burada çalışmayı bunun için çok seviyorum, işi ciddiye alıyoruz ama özel hayatın ilk sırada olduğunun herkes farkında.

Bahçe ile haşır neşirim epeydir, yemyeşil bir bahçemiz var, insana huzur veriyor. Bahçe ile uğraşmak gerçekten çok meşakkatli bir iş kabul etmem gerek. Ama bu da benim için bir hobi oldu, işyerinde fazla mesaiye kalmayınca kendine, hobilerine ayıracak zamanı da buluyorsun. Bir de evde tamir ya da raf yapmak, gibi işlerle de uğraşır oldum, aslında bu tip şeylere eskiden beri ilgim vardı ama zamanım yoktu, şimdi daha çok ilgileniyorum. En sevdiğim şey Gamma (Praktiker gibi bir yer) ya gidip alet edevat almak, ya da nasıl bir sistem kurabilirim şu mutfağa şu odaya düşünceleri ile geçiyor.

Arkadaşlarımızla geziyoruz. Halil, Ömer, Aslı, Anıl, Pervin. Güzel şeyler paylaşıyoruz, dünyayı, memleketi, insanları, hayatlarımızı konuşuyoruz. Sonra yabancı arkadaşlarımız var beraber gezdiğimiz, birbirimize kültürlerimizi anlattığımız, yeni şeyler öğrendiğimiz. O kadar çok farklı ülkeden insanla tanıştık ki acayip hoşuma gidiyor. El Salvador dan bile arkadaşım var, inanılmaz. Başkalarının senin ülkeni nasıl algıladığını görmek, bazı şeyleri anlamana da yardımcı oluyor.

Bu ay epey bir yazı yazacağım, takipte kalın. Şimdilik tatildeyken çektiğim güzel bir fotoğraf ile blogumu renklendiriyorum (Yer : Korsika Feribotu - Livorno Rıhtımı - İtalya, 15.05.2009).

Read more...

Pazar, Haziran 14, 2009

Bisikletli Basit Bir Hayat

En son ne zaman bisiklete bindiniz? Çocukken hatırlıyorum da bisiklete binmekten ne büyük zevk alırdım. Sarı bir bisikletim vardı, ufak, kontra pedal (pedallar düz çevirildiğinde bisiklet ilerler, geriye doğru çevrilmeye çalışıldığında fren yapardı). Biraz büyüdüğümde babam bana çok güzel masmavi bir bisiklet almıştı, o da kontra pedaldı. Sabah akşam mahallede bisikletle turlardım, arkadaşlarla beraber komşu mahallelere giderdik, bir çok kez bisikletten düşmüşlüğüm vardır. Sonra n'oldu da bisikletli yaşama veda ettik bilmiyoum ama biraz büyüdükten sonra kimse bisiklete binmez oldu, sanki bisiklet sadece çocuklar için. Ama ben kendimi şanslı sayıyorum çünkü yıllar sonra ODTÜ de araştırma görevlisiyken yine bir bisiklet özlemi belirdi içimde, mahallede bir tane bisikletçi vardı, aynı zamanda da bir bisiklet kulübüydü. Sanıyorum oradaki bisikletlileri görünce eski günlere özlem belirmişti, neyse Delta Bisiklet klübüyle böyle tanıştım. Barış ile beraber iki tane çok güzel dağ bisikleti alıp, Kapadokya ve Antalya Dağ Bisikleti yarışlarına katıldık. Elbette sonuncu olduk ama o güzel patikalarda yaptığımız turları hiç unutamadım. Unutamadığım bir başka olay da Hollandalı bir kızın birinci olmasıydı. Unutamadım, çünkü titanyum bisikleti vardı, parmağıyla bisikletini kaldırabiliyordu ve lastiği patlamış olmasına rağmen birinciliği göğüslemişti, söylendiğine göre özel bir düzenek sayesinde, tekerlek patlamasına rağmen kendi kendini şişirebiliyor ve bisikletin ilerlemesini sağlıyordu. Yanlış hatırlamıyorsam Türkiye'den kimse derece alamamıştı.

Daha sonra dağ bisikletleriyle birkaç kez Eymir' e gittik, ama öyle çok fazla süremedik, şehir hayatı buna izin vermiyor ne yazık ki. Derken Hollanda' ya geldik ve bisiklet yeniden hayatımızın bir parçası oldu. Burada en çok bunu seviyorum zaten. Tam 5 tane bisikletimiz var. Türkiye' den birileri geldiğinde beraber gezebiliyoruz. Bisikletlere atlayıp bir yerlere gidiyoruz ve hep aynı sözü duyuyorum onlardan
"En son ne zaman bisiklete bindiğimi hatırlamıyorum"
Hollanda' nın nüfusu yaklaşık 17 milyon ve burada 20 milyondan fazla bisiklet varmış. Kişi başına bisiklet oranı en yüksek ülke. Bunu herkes Hollanda' nın düz bir ülke olmasına bağlıyor ama okuduğumuz bir kitapta başka düz ülkelerde dahi bu kadar tutkuyla bisiklet kullanımının olmadığı söyleniyor. Günlük hayatta bisiklet kullanımının yanında, profesyonel anlamda da bir çok sporcu yetişiyor, hal böyle olunca uluslararası yarışmalarda bir çok derece alan bir ülke oluyor Hollanda. Burada 20.000 km uzunluğunda bisiklet yolu bulunmakta, bu yollar için özel haritalar var, biz Amsterdam, Amstelveen ve Alkmaar bölgelerindeki bisiklet yollarında turladık, diğer bölgelere de arkadaşlarımızla gitmek, gezmek niyetindeyiz. Bisiklet yollarında gezerken, resimdeki gibi çiçek tarlalarından geçmeniz de mümkün oluyor.

Burada o kadar çok bisiklet çeşidi var ki görenler çok şaşırıyorlar. Aslında bisikletin hangi amaçlarla ve nasıl kullanıldığına dair bir çok fotoğraf çekip buraya koymayı düşünüyordum ama internette bunu yapan biri olduğunu görünce oraya link vermek daha kolay geldi. Üstelik insanların resimlerini çekip buraya koymanın başıma iş açmasını da istemedim. Mutlaka ama mutlaka şu linkteki resimlere bir göz atın, Amsterdam' da günlük hayatta karşılaştığımız bisiklet çeşitleri, ve kullanıcıların tavırları.
Amsterdam Bicycles
Linkte sayfanın en altındaki resim size abartı gibi gelebilir ama bir istatistiğe göre Hollanda' da her yıl 1 milyon bisiklet satılıyormuş ve bunların 800 bin tanesi çalınıyormuş!

Hollanda neden güçlü bir ülke ve neden buradaki insanlar mutlu ve neden hayat pahalı olmasına karşı insanlar arasında yaşam tarzı olarak büyük farklılıklar yok biliyor musunuz? Size bunun nedenlerinden bir tanesini iki örnek ile açıklayayım. Çalıştığım şirketin bir önceki CEO' su (şirketteki en yüksek dereceli yönetici) başka bir yerde olsa belki işe helikopterle gidip gelebilecekken, bisikletini kullanıyordu. Diğer örneğim ise Hollanda Adalet Bakanı' nın Kraliçeyi ziyarete bisikletle gitmesi. Yandaki resimde bunu görebilirsiniz.

Basit bir yaşama giden en kolay yol bisiklet, çevreye zararınız olmadığı gibi, sağlığınıza da katkıda bulunmuş olursunuz. Şimdi bir daha soruyorum, en son ne zaman bindiniz bu harika araca?

Read more...

Pazar, Mayıs 31, 2009

Kirpi

Mayıs başında tatile çıktık, Korsika' yı keşfe gittik, altını üstüne getirdik bu harika adanın. Yakında konu ile ilgili bir gezi yazısı yayımlayacağım burada. Hem de yeşil ve mavi renklerin bol olduğu huzur dolu resimler eşliğinde. Ama hemen evvelinde sizlere tatil dönüşü yaşadığım bahçe maceralarından bahsetmek niyetindeyim.

Yaklaşık son 4 aydır bahçemizde bir ziyaretçimiz yaşıyor. 4 ay kadar evvel bahçenin hemen girişinde bir köstebek deliği belirdi, sabah gittim tırmıkla üzerini kapattım, bir daha çıkmaz herhalde başka bir yerlere gitmiştir diye düşünürken ertesi sabah kapattığım deliği yeniden açılmış buldum. Sonraki 1 ay boyunca o delik kapanıp kapanıp açıldı, ben de pes ettim ve onunla yaşayabileceğimizi düşündüm. Sonuçta sadece bir tane delik, hem de hep aynı yerde, çim ile bahçe taşlarının birleştiği yerde. Kendisini İso ve Kiki isimli kedilerimizden sonra yeni ev! hayvanımız olarak görelim dedik. 2 ay evveline kadar onu hiç görmemiştim bile, sanıyorum akşamları şöyle bir hava almaya çıkıp, solucanları falan yiyip tekrar yeraltına, kendi dünyasına dönüyordu. Bir akşam bahçeye çıktım, kulübeden bir şey alacaktım, karanlıktı ama salonun ışığı bahçeyi biraz aydınlatıyordu, tam o sırada bir ses duydum ve durdum, hemen ayaklarımın önünde sevimli köstebeğimiz,(Aslında bir kirpi ama önceleri onu köstebek sanmıştım) poposunu bir o yana bir bu yana sallayarak yavaş adımlarla önümden yürüyordu. Çok şaşırdım, elimi uzatsam dokunacaktım yani, ama ses etmedim o kendi yoluna ben kendi yoluma gittik. Köstebek aslında kör değil ama çok az görebiliyormuş, sanıyorum o nedenle beni farkedemedi. Daha sonra bahçeye, harekete duyarlı bir lamba kurdum, aradabir kirpimiz topraktan çıktığında ışık yanıyor biz de hemen kafalarımızı bahçeye çeviriyor, kendisini izleme fırsatı buluyorduk. Biz ondan memnunduk, sanıyorum kendisi de bizden, ta ki biz tatile gidene kadar. Tatil dönüşü evin bahçesi mayın tarlasını andırıyordu, 6 adet delik saydım. Zaten çimenleri de kesmediğim için, 2 haftada bahçe ufak bir ormana dönmüştü bir de bu delikler, beni çileden çıkarttı. En iyisi bundan kurtulmak dedim ve internette araştırmaya başladım.

Yabancı ve Türkçe kaynaklı siteleri, forumları araştırdım hepsinde de köstebek/kirpi den kurtulma yöntemi olarak öldürmeyi gösteriyordu. Okuduklarıma inanamıyordum, çok ciddiyim, "insanların çoğu vahşidir" tezini doğrularcasına bir çok yerde hayvanı öldürme taktikleri okudum, "deliğin başında bekleyin, çıkınca kafasına vurun", yok yaaaa. O mu hayvan sen mi hayvansın diye düşünürken, köstebekten kurtulmanın yollarını anlatan çok güzel bir site buldum. Sitenin güzel tarafı, köstebekten kurtulmadan önce durup bir düşünmemizi istiyor olması. Ondan kurtulmak istiyor olabilirisiniz ama bunu bunu bunu biliyor musunuz diye maddeler halinde aslında köstebeğin toprak için ne kadar önemli olduğundan bahsediyordu. Arzu edenler bu linkten okuyabilirler. Köstebek/Kirpi kesinlikle, ağaçlara, bitkilere zarar vermiyor, tam tersi zararlı yaratıklarla beslendiğinden, toprağın her zaman taze kalmasını ve açtığı deliklerle havalanmasını sağlıyormuş ve daha bir çok faydasını da sıralamışlar. Tek zararı göze hoş görünmeyen delikler olması, buna tahammül edemediğiniz için kendisinden kurtulmak istiyorsak da öldürmek yerine onu başka bir yerde yaşamaya zorlayacak metodlardan bahsediyor.

Tüm bunları okuduktan sonra ne yapacağıma karar verememiş bir şekilde bu sabah bahçede kahvaltımızı yaparken, kendisi de teşrif ettiler. Ben de gittim ve yakaladım onu, bir saksının içerisine koydum, niyetim uzak bir yere götürüp bırakmaktı, zira burada onun mutlu olacağı çok sayıda boş arazi var. Ama o kadar şirindi ki uzun bir süre düşündüm, Barış' a sordum n'apsam diye, bir türlü karar veremedim, O da garibim o kadar çok korkmuştu ki yumak gibi büzüldü. Neyse, onun bu sevimliliği, onunla yaşamak isteğimi depreştirdi. Kendisine birden fazla çukur kazmaması konusunda telkinde bulundum ve saldım, umarım beni anlamıştır. Şimdi düşünüyorum da 2 sene evvel köstebek/kirpi ile ilgili tek bildiğim yeraltını kazarak yaşadığıydı, şimdi o kadar çok şey biliyorum ki. Şehir hayatının bizi doğadan koparmasına izin vermeyelim. Unutmamak gerekiyor ki aslında biz onların evlerine yerleşiyoruz, onlar bizim değil. Kafamıza bir gün onlar gelip vuracak saygıdeğer köstebek ve bilumum hayvan katili insanlar.

Read more...

Çarşamba, Nisan 08, 2009

Yavaş Okuma Kursu

Hızlı Okuma öğrenen ve Tolstoy'un Savaş ve Barış adlı romanını okuyan Woody Allen'a sormuşlar. "Nasıl buldun romanı, neler anlatıyor?". Cevap; "olay Rusya'da geçiyor".

Genelde başladığım kitabı makul bir süre içerisinde bitiririm. Saçma sapan nedenlerden ötürü başlayıp da bitiremediğim kitaplar da olmuştur. Mesela ABD'li felsefeci Robert M. Pirsig'in 1974 yılında yayımlanmış ve efsane haline gelmiş kitabı Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı. Kesinlikle öyle bir çırpıda okunacak bir kitap değil. Sanırım 1998 yılıydı, Barış elime tutuşturmuştu okumam için. Kitaba iki kere başlamış ama yoğun düşünmeyi gerektiren ağır monologların altından kalkamadığım bir dönemden geçtiğim için sonlandıramamıştım. 2 yıl kadar sonra, derin bir nefes alıp yeniden başlamış ve sanıyorum "Sofie' nin Dünyası"ndan sonra beni felsefe ile ilgilenmeye bir kez daha iten bir eser okuduğumun farkına varmıştım.

Sonradan bitirdiklerime bir başka örnek ise Joseph Heller' in Türkçe' ye Madde 22 ismiyle çevrilen muhteşem romanı "Catch 22". 2002 yılıydı onunla tanışmam. İngiltere' de çalıştığım firmadaki iş arkadaşım Philip bahsetmişti bu kitaptan "Catch 22" (Kısır Döngü - içinden çıkılamaz durum) deyiminin anlamını açıklarken. Çok ilgimi çekmişti, ingilizcesini satın almış ama bir türlü başlamaya cesaret edememiştim. Daha sonra Türkiye' ye döndüğümde Dost Kitapevi' nde öyle dolaşırken Madde 22 isimli kitabı gördüğümde hemen üzerine atılmıştım. Bu kitaba da 2 kere başladım ama ikisi de başarısızlıkla sonuçlandı. Hayır kitap olağanüstü güzel, ama ben o dönem Hollanda ile ilgili çalışmalarda bulunuyordum ve bir türlü kendimi kitaba verememiştim. Ama Hollanda' da yeniden okudum Madde 22 yi. Okurken inanılmaz zevk aldım, harika bir kitap. Askeri bürokrasi ile dalga geçen, çok ince bir espri anlayışı olan, okurken sürekli bir gülümseme modunda olduğum, aslına bakarsanız Jack Kareouc' un "Yolda" kitabının savaş konusundaki eşleniği olarak tanımlayabileceğim bir kült roman. İngilizce'de ki "Catch 22" deyiminin bu kitap ile sözlüklere girdiğini de buradan belirteyim. Yossarian karakteri ile kitap baştan sona içinden çıkılmaz durumları ortaya koyuyor. 20. yüzyilin en iyi romanları arasında gosterilen, hem güldüren hem de psikolojinizi alt üst eden bir eser.

Catch 22 aslında günlük hayatımızda çok karşılaştığımız bir durum. Mesela işe girmek için iş tecrübesi istenmesi ama işe girmeden de bu tecrübenin kazanılamaması gibi. Aşağıda kitaptan küçük bir diyalog konuya biraz daha açıklık getirir sanıyorum; deli isen uçak uçuramazsın, uçuyorsan delisin, uçmaktan kurtulmak ve yer görevine yerleştirilmek için yapman gereken tek şey "ben deliyim" diye başvurman olacaktır, ama deli olduğunu kabul ediyorsan aslında deli değilsindir. . . Okumadıysanız, okumak için mutlaka bir fırsat yaratın.
"anlaşıldı şimdi. yani bir yolu yordamı mı var bu işin?"
"elbette var"diye karşılık verdi doktor Daneeka."
evet sadece bir tek kural vardı: madde 22. Bu maddeye göre, aklı başında bir insanın yapması gereken tek şey, gerçek ve yakın tehlikeler karşısında, kendi güvenliğiyle yakından ilgilenmesiydi. Orr deliydi, şu halde, yer görevine yerleştirilebilirdi. Bir tek şey yapması gerekiyordu: böyle bir istekte bulunmak. Böyle bir istekte bulunduğu an, deliliği geçmiş olacak, dolayısıyla görev uçuşuna çıkması gerekecekti. Orr daha sık görev uçuşuna çıktığı taktirde deli, çıkmadığı takdirde akıllı olacaktı. Ama akıllıysa uçuşa çıkmak zorundaydı. Eğer uçuyorsa deliydi ve uçmak zorunda değildi. Ama uçmak istemiyorsa akıllıydı ve uçmalıydı. Madde 22'nin akıllara durgunluk verecek kadar basit bir madde olması karşısında Yossarian afallamıştı. Uzunca bir ıslık öttürdü.
"bu madde 22 amma da esaslı bir maddeymiş" dedi.
"haklısın en iyi maddedir" diyerek onayladı doktor Daneeka.

Evet böyle bir girişin ardından şu an okumakta olduğum ama henüz bitiremediğim kitapların listesini veriyorum. Aslında aynı anda birden fazla kitap okumak adetim değildir, ama bir şekilde böyle bir duruma geldim. Tüm kitapları eşzamanlı olarak okumaya çalışıyorum, fena da gitmiyor ama tam konsantre olamıyorum. Neyse ben biraz kitaplardan bahsedeyim, belki sizlere tavsiye niteliğinde olur.

Parfümün Dansı - Jitterbug Perfume - Tom Robbins
Bu kitabı ikinci okuyuşum, yaklaşık 10 yıl kadar önce okumuştum ve çok beğenmiştim. Okuduğum en güzel romanlardan biri. O dönem bu kitabı o kadar çok sevmiştim ki yazarın diğer kitaplarını (Ağaçkakan, Sıska Bacaklar, Dur Bir Mola Ver) da kütüphaneme katmıştım. Bu kadar güzel bir roman bir daha yazamaz diye düşündüğüm sırada "Dur Bir Mola Ver" adlı kitabını okumuş ve bir kez daha aynı hazzı aldığımı hissetmiştim. Hangi kitabının daha iyi olduğuna kararsız kaldım uzun süre. "Dur Bir Mola Ver" e daha yakın hissediyorum kendimi ama "Parfümün Dansı"na da haksızlık etmek istemiyorum. İkisi de aynı derecede değerli benim için. Şimdi aradan geçen 10 yıl neticesinde bu muhteşem kitabı zihnimde bir kez daha tazelemek istedim. Aynı anda birden fazla kitap okurken, kütüphanemin arşiv bölümünden eski bir dosta selam vermenin uygun olacağını düşündüm. İyi de etmişim. Alobar, Kudra ve Pan ile yeniden çıktım o güzel kokulu ölümsüzlük yolculuğuna.
"bu kitapta hayatlarını bir deney olarak yaşayanlar anlatılmaz.
onların okumalarına da gerek yoktur!"

The Gunslinger - The Dark Tower I - Kara Kule I - Stephen King
Stephen King' in "Başyapıtım" dediği Kara Kule adlı 7 bölümlük eserinin ilk kitabı. Bilmeyenler için söyleyeyim kendimi bildim bileli Stephen King romanları okurum. Çocukken okuduğum "O - It" romanından çok etkilenmiştim, gece yatmadan önce yatağımın altına bakardım romanda bahsi geçen palyaçonun orada olmadığından emin olmak için. İnanılmaz bir romandı benim için, yaşım nedeniyle bu kadar etkilenmiş olabilirim ama genel anlamda King' in romanları beni apayrı bir hayal dünyasına götürmüştür her daim. Kendisinin bu kadar yakın takipçisi olduğumdan, ben de her King hayranı gibi Kara Kule serisini okumayı istiyordum. Sonunda kitapçıya gittim ve ilk kitabını aldım. Kitabın önsözünde anlattıkları beni kitaba başlamak için iyice heyecanlandırdı, zira Kara Kule' den bahsederken gerçekten yaptığı en iyi iş olduğunun altını çiziyordu. Kolay değil 30 küsür yılda yazılmış bir seriden bahsediyoruz. Hayatındaki en büyük korkularından biri bu seriyi bitiremeden ölmekmiş. Hatta geçirdiği o meşhur trafik kazasından sonra hep bunu düşünmüş. Aynı düşünceyi yazarın ve bu serinin sıkı takipçileri de yaşamış. Ölüm döşeğinde olan ve Kara Kule serisini okuyan biri kendisine bir mektup yazıyor ve serinin sonunu okuyamadan ölmek istemediğini mümkünse kitabın sonunu kafasında nasıl canlandırdığı ile ilgili sadece kendisine gönderilmek üzere bir mektup yazmasını rica ediyor. Neyse tabi bunları okuyunca heyecanım gitgide arttı ve kitaba başladım, ancak Stephen King' den beklenmeyecek düzeyde ağır bir ingilizce sıfat bombardımanı ile karşılaştım. Aslında önsözünde kendisi de bundan bahsediyordu. Serinin bu ilk kitabında King' in gençlik döneminin ve yazarlık deneyiminin etkisiyle uzun ve bol sıfat ve tamlamalar içeren cümleler yoğunluktaydı. Normalde basit bir ingilizce beklenir O'nun romanlarından ama bu kesinlikle öyle değil, ne kadar çok bilmediğim kelime olduğunu gördükçe moralim bozuldu ama yılmadım, yavaş yavaş ilerliyor, bakalım ingilizce başladık seriye, öyle devam ettirmeyi planlıyorum. Ortadünyada bir yolculuk bizimkisi, uzun bir süre alacak gibi. Uzun ama heyecanlı.

Digital SLR Handbook - John Freeman
Uzun zamandır Digital Fotoğrafçılığa merak sarmış durumdayım. Bu konuda kitaplar okuyorum, fotoğraf incelemeleri yapıyorum. Herhangi bir altyapım yok, ilk etapta internet ve kitaplar benim yardımcım, daha sonra gözlemler ve deney ile fotoğrafçılığımı geliştirmek istiyorum. Olmazsa olmaz bir SLR kamera da almış bulunmaktayım, zaten şu aralar şak şuk fotoğraf çekiyorum. Henüz bu işin çookkk başlarında olmakla beraber çevreme bakışım değişti diyebilirim, her objeye sanki vizörün arkasından bakıyormuşum gibi geliyor. Umarım ben de Enis Başaran ve Cem Vedat Işık arkadaşlarım gibi güzel resimler çekmeye başlayabilirim yakın zamanda. Bu amaçla geçenlerde kütüphaneden bu kitabı aldım, tam benim gibi amatörler için yazılmış bu el kitabı teknik detayları açıklıyor ve değişik örneklerle konunun oturmasına yardımcı oluyor. Heyecanla bu kitabı okuyorum bu aralar.

Execution - The Discipline of Getting Things Done- Larry Bossidy & Ram Charan
Amerika' daki yöneticimden geçenlerde süper bir öneri geldi. Şirket içerisinde bir kitap kulübü kurmaya karar verdik. Üç ayda bir kitap okunacak ve her Cuma öğleden sonraları kitabın ilgili bölümleri ile ilgili tartışma toplantıları düzenlenecek. İlk kitabımız "Execution" "İş Yaptırabilme Disiplini". Ben de bu kitap ile ilgili Amsterdam grubunun takım lideri oldum. Kitap kulübü fikrini çok yaratıcı buldum açıkçası. Şirketlerde bu tip açılımlara ihtiyaç olduğunu düşünüyorum, çalışanları birbirine bağlamak yanında, şirkete katkısı da yüksek, çünkü insanlar okuduklarını eyleme geçirebilecek ortamı da buluyorlar. Kısaca kitaptan bahsetmek gerekirse, büyük firmalara danışmanlık yapan iki yöneticinin kişisel deneyimleri ve gözlemleri aktarılıyor. Bizzat şahit oldukları örnek olaylar ile "İşlerin Yöneticiler tarafından nasıl yaptırılabileceğini" anlatan bir kitap. Yöneticilere ve yönetici adaylarına tavsiye ederim, zira geçmiş deneyimlerimden de biliyorum işlerin nasıl yaptırılaMAyacağı konusunda uzman bir çok yönetici olduğunu biliyorum. "Execution" Proje Yönetimi aşamasında gözden kaçan çok önemli bir olgu. Özetle; Şirketlerin stratejileri belirlenir, bu stratejileri gerçekleştirecek operasyonlar ve operasyonlar için ÖLÇÜLEBİLİR sorumluluklar tanımlanıp, doğru kişilere atama yapılır, sonra da sürekli takip ile mutlak sonuç elde edilir.

Kitaptan bağımsız olarak benim şahsi gözlemim 3 tip şirket olduğu, birinci tip şirkette çok iyi yöneticiler ama işi tam anlamıyla yapamayacak çalışanlar olması durumu, ikinci tip şirkette ise tam tersi kötü yöneticiler ve yöneticiden bağımsız işlerini doğru ve etkili olarak kendi başlarına yapabilecek çalışanların olması durumu, üçüncü tip ise hem yöneticilerin hem çalışanların yüksek kapasiteli olduğu durum. Hem yöneticilerin hem çalışanların kötü olduğu durumları kategori dışı tuttum zira bu tip şirketlerin uzun soluklu olamayacağı ortada. Tabi ideal durum üçüncü tip, ancak sanılanın aksine bu tip şirketler kesinlikle büyük şirketler değil. Tam tersi çoğunlukla küçük ölçekli şirketlerde bu duruma şahit olabiliriz, çünkü bu tip şirketler işleri yapabilecek çevikliğe sahipler. Türkiye' de çoğunlukla ikinci tip durum ile karşılaşıyoruz. Çünkü çalışan kesim işlerini iyi yapacak olanaklara sahip oluyorlar ama yönetici yetiştirme programlarından yoksun bu çalışanlar zaman içerisinde yöneticiliğe yükseldiklerinde eski alışkanlıklarını devam ettirip "İşleri yaptırmak" görevini gözardı ediyorlar, bütünü gözden kaçırıp parçalarla uğraşmaya devam ediyorlar. Neyse konuyu dağıttım, tekrar kitaplarıma dönüyorum.

Yaşamın Ucuna Yolculuk - Tezer Özlü
Tezer Özlü, nam-ı diğer Türk Edebiyatının Gamlı Prensesi, keşke daha çok eser bırakabilecek uzunlukta bir ömrü olsaydı. Şimdilerde en önemli eserlerinden biri belki de en önemlisi olan Yaşamın Ucuna Yolculuk adlı ince kitabının sayfalarında kaybolmaktayım. Kendisi hakkında daha evvel yazdığım yazıya burada atıfta bulunarak, bu muhteşem eseri hakkında çok fazla şey yazmadan kitabından bir iki alıntıyla sizlere gamlı prensesimizi tanımanızı tavsiye ediyorum. Elbette Tezer Özlü okurken benim yaptığım gibi yanında başka kitaplar da okursanız gerçek hayata dönmeniz kolaylaşabilir.

"şimdi kent merkezinde yüksek bir yapının ikinci katında oturuyorum. buranın mı, Türkiye' nin mi daha karmaşık olduğunu düşünüyorum. Hemen hemen aynı karmaşıklık. Önümde gene bir zafer anıtı. Bir ülkenin zaferi, diğer ülkenin yenilgisi. Zaferler de yenilgiler de insan ölüleri üzerinden geçiyor."

Yollarda. Okurken. Pencereden caddelere bakarken. Giyinirken. Soyunurken. Herhangi bir kahvenin içinde oturan insanlara gelişigüzel bakarken. Hiç bir şey aramazken. Herhangi bir kahvede oturan insanları görmezken, başka olgular düşünürken. Yosun kokusunu yeniden duymaya çalışırken, bir kavşakta karşıdan karşıya geçerken, arabalar dünyasında yaşadığını son anda algılarken, büyük bir bulvarın tüm kahvelerinde oturanlardan hiç birini tanımazken, bir mağazadan gelişigüzel yiyecek seçerken, ya da bir satıcıdan herhangi bir malı isterken, aynı anda özlem ve yalnızlıkları düşünürken, gidenleri, gelenleri, bölünenleri, ölenleri, doğanları, büyüyenleri, yaşamak isteyenleri, yaşamak istemeyenleri özlerken, severken, sevilirken, sevişirken, hep yalnız değil miyiz?

Şimdi tek konuğu olduğum bu otelden ayrılırken, hangi otobüs ya da tren istasyonuna, hangi havaalanına ya da hangi limana doğru gideceğimi bilmediğim bu sabahta, iyi, başarılı, düzenli bir insandan başka her şey olduğumu duyuyorum.

İnsan yaşamının mutlak en önemli olgusu sevilen bir insanı özlemek, istemek. Onun yanındayken de özlemek, istemek. Oysa yaşam genellikle insanın bir başına kalması.
Evet işte böyle bugün konumuz kitaplardı, bu konu sıcaklığını korurken bir sonraki yazımın Amsterdam kütüphanesi ile ilgili olmasını planlıyorum. Kısa sürede görüşmek üzere. Bol okumalı günler.


Read more...

Cumartesi, Mart 14, 2009

Spurs, MT-4, Cepkin

Madalyonun Tersi yazılarıma devam edeceğim, daha söyleyecek çok düşüncem var. Şimdi Amerika seyahatim ile ilgili bir iki şey aktarmak istiyorum. Satır aralarında Madalyonun Tersi yazılarıma da göndermeler bulacaksınız.

İki hafta San Antonio' daydım. NBA meraklılarının aklına hemen 4 şampiyonluğu bulunan San Antonio Spurs gelecektir. Elbette fırsat bulursam bir maçına gitmeyi çok istiyordum. Hele de çalıştığım şirketin Spurs' ta locası olduğunu öğrendiğimde inanılmaz ümitlenmiştim. Ama ne yazık ki benim olduğum süre içerisinde bir müsabaka yoktu. Ama çok üzülmedim zira o dönemde stadda yılda sadece 2 haftalığına yapılan Rodeo gösterileri vardı. Şirketim de sağolsun beni locasına davet etti, en kral yerden bu gösterileri izleme fırsatı buldum. Bayağı eğlendim, her zaman televizyonlarda gördüğüm gösterileri canlı izlemek apayrı heyecanlıydı. Hele bir ara 4-5 yaşlarındaki çocuklar, koyunların üzerine binerek, düşmeden en uzağa gitmeye çalıştılar. Çoğu yere düşüp ağladı. Bir kız çocuğu tüm rakiplerini geçip birinciliği göğüsledi. Gülmekten yerlere yattım, ama bunu çocuklarına yaptıran annelere de şaşırdım açıkçası.

Küçükken boğaların ya da atların üzerinde düşmeden tepinen kovboyları izlerken, tüm bu vahşi atları nereden buluyorlar diye merak ederdim. Bilmiyorum siz farkında mıydınız ama tüm bu atlar ve boğalar aslında hiç vahşi değillermiş. Rodeoyu izlerken bana açıkladılar; hayvanın bel bölgesine bir kemer bağlıyorlar, ve podyuma fırlayan hayvan bu kemerden kurtulmak için çılgınca bir uğraş veriyor, bu arada da bizim kovboyumuz bu tepişmede düşmemeye çabalayor. Zaten kovboyun hayvanın üzerinden inmesini takiben hemen bu kemer, yardımcı kovboylar tarafından çıkartılıyor ve hayvan sakinleşiyor.

Amerika' ya ikinci gelişim, daha önce de Austin ve New York' ta bulunmuştum. Amerika gerçekten çok büyük bir ülke ve nereye gitseniz farklı bir yaşam tarzıyla karşılaşmanız gayet doğal. New York' ta gördüklerim ile Texas' takileri karşılaştıramam. Ben şimdi size Texas ta gördüklerimi anlatacağım biraz. Öncelikle burada Bush çok seviliyor. İki yıl önce Austin' de iken bir yemekte, "Türkiye' de Bush pek sevilmez biz Clinton' u daha çok severdik" dediğimde yaptığım hatanın hemen farkına varıp bir şekilde toparlamıştım. Ama öyle gerçekten. Amerikada yaşıyor olsam kesinlikle Demokratlara oyumu verirdim. Neyse politikayı bir kenara bırakayım şimdi. Biraz madalyonun tersi ile de paralel olacak gözlemlerimi aktarayım. Houston havaalanına iner inmez ilk dikkatimi çeken obez insanlar oldu. Aşırı şişmanlar, ve havaalanında özel araçlar var bu insanları taşımak için, çünkü yürümeleri çok zor. Elbette neden bu kadar şişman olabiliyorlar sorusunun cevabı çok basit, siz de burada yaşasanız siz de obez olma olasılığınızı artırırdınız. Houston' dan San Antonio' ya geldim. Buraya gelmeden önce şirketim araba kiralama rezervasyonu yaptırmıştı benim için, ben gerek yok taksi falan kullanırım desem de, buraya geldikten sonra arabasız yaşayamayacağımı anlamış oldum. Ne bir toplu taşıma aracı, ne bisiklet, ne yürüme parkuru bulabildim. Şaka değil gerçek, bir akşam otelimden sadece biraz yürüyüş yapmak için çıktım ve bunun imkansızlığını gördüm. Yaya kaldırımları yok, her yer otobana çıkıyor, yürümek için genellikle engebeli parkurları aşabilecek donanımlara sahip olmanız gerekiyor. Geldiğim ilk gece beni arabayla otelimden alıp 3 dakika mesafedeki restorana götürdüler, dönüşte araba ile otobana çıkıp bir ton yol gidip, yemek yediğimiz yerin yanıbaşındaki otelime tekrar geri geldim. Abarttığımı düşünüyorsanız, okumaya devam edin daha neler abartacağım neler. Evet gelelim araba kiralama işine, ellerindeki en küçük arabayı istedim. Resimden de göreceğiniz üzere Toyota 4x4 bir aracım oldu. Büyük araba isteseydim ne alırdım acaba. Ama sanırım ellerinde gerçekten küçük araba kalmamıştı diye düşünüyorum. Biz Türkiye' de ya da Avrupada elbette küçük araba tercih ediyoruz, bunun en büyük nedenlerinden biri yakıt fiyatları diğeri de park sorunu. Ama Amerika da bunlar sorun değil. Dünyanın en ucuz yakıtı burada, tüm park yerleri dikine park edilir şekilde ve oldukça geniş, uğraşmak zorunda değilsin. Yer bol. Özetle burada arabasız yaşamak imkansız. Ben de böyle olunca arabadan inmedim desem yeridir. GPS e komutu veriyordum, o beni götürüyordu. İki haftanın sonunda trafiğe de, arabaya da iyice alışmıştım. Ne acı . . .

Gelelim yemek konusuna. Ben ki Vejeteryan ve akabinde Vegan olmaya ya da en azından çok daha az et yemeye özen göstermeye çalışan biri olarak, burada bir süreliğine kendimi kaybettim. Öncelikle hakkını vereyim dünyanın en güzel bifteği (Texas Steak) burada yapılıyor. Bugüne kadar et yememişiz bile diyebilirim. Gerçekten çok güzel. Ama bir oturuşta 650 gram et yenir mi ya? İnanılmaz büyük porsiyonlar, 3 kişinin doyacağı büyüklükte. Yanında bir de 1 litrelik bardakta gelen Cola, ister inanın ister inanmayın, ama bu bardakları yeniden doldurabiliyorsunuz bedavaya, ve insanlara 1 litre yetmiyor olacak ki yeniden dolduruyorlar. Burada su içilmiyor zaten. 2 hafta süresince işyerinde su içiyordum sürekli, bana diyorlar ki "tatsız tutsuz birşeyi niye içiyorsun bak kola var şu var bu var"! Kaldığım 2 hafta boyunca hiç kutu kola görmedim, gördüğüm en küçük kola yarım litrelik olandı. Burada hayatın her anında yemek yeme ile ilgili bir aktivite var, marketlerde bulunan et reyonları bizim 2M Migros' a eşdeğer büyüklükte.

Hadi akşam yemeklerini geçtim de öğlen yemeğinde de kilo kilo et yenir mi ? Hollanda' da öğlen yemeklerini hemen hemen her Hollandalı gibi sandviç ile geçiştiren ben burada yemek yemekten kusacaktım diyebilirim. Açık büfe restoranlarda insanlar öğlen yemeklerinde tabak tabak yiyorlar. Yemekler de çok ucuz. Yemeğe erişim çok kolay, ücret az, hal böyle olunca insanlar obez olur tabi diyorsunuz di mi? Ama gelin madalyonun tersinden bakalım olaylara. Diyelim ki siz lastik üreticisisiniz, daha çok lastik satmak istiyorsunuz, hammedenizi en ucuza alacak ortamı ouşturdunuz, verimli üretim yapıyorsunuz, maliyetleriniz çok düşük ve satış fiyatınız da eklediğiniz kar marjına rağmen oldukça ucuz. Şirket olarak iyi bir satış rakamına sahipsiniz, ama satışlarınızı daha da!!! artırmak niyetindesiniz, bunu gerçekleştirebilmenin sadece bir tek yolu var, müşterinin lastik kapasitesini artırmalısınız bir şekilde. 5 tekerlekli 6 tekerlekli araçlara yol vermelisiniz sonra 8-10 tekerlekli vs. Elbette abartılı bir örnek veriyorum ama anladınız sanırım. Daha çok yemek satabilmek için insanların yeme kapasitelerini artırmalısınız ki daha çok satış yapabilesiniz. Şunu açık seçik söyleyeyim, bu sistemde insan sadece tüketmek üzere bulunma durumuna getirilmekte. Yıllar önce çok iyi hatırlıyorum şişe kolalar vardı 25cl, içerdik doyardık. Sonra 33cl lık kutu kola çıktığında bitiremezdim onu, derken o da yetmez oldu, sonra 50cl lık kolalar çıktı ve insanlar böyle böyle kendilerini alıştırır oldular daha çok tüketmeye. Az ile yetinme dönemleri çok gerilerde kaldı artık maalesef. Yani şimdi benim 1 litrelik bardak örneğime gülüyor olabilirsiniz ama yıllar içinde benzer bir yaklaşımı Türkiye'de de görürseniz şaşırmayın.

Elbette insanların gözlerini açması ve kendilerine yapılan bu kötülüğü görmesi, bu kadar kolay ve ucuza yemek ulaştırılmasının nedenini, bedenini bir çöplük gibi kullanmasını sağlayan zeminin neden yaratıldığını sorgulaması gerekir. Burada biraz Amerika'nın hoş olmayan taraflarını anlattım gibi ama şunu da söylemem gerekiyor, peşinde koştuğum tüm bu doğaya kaçış çabaları, tüketim toplumuna olan karşıtlık, teknolojinin insan için kullanılması gibi düşüncelerin aktifleşmesi de yine Amerikada gerçekleşmekte. Yani oraları kötülemiyorum, sadece yanlış olan şeyleri gösterip bile bile lades olmayın diyorum. Sonuçta kim nederse desin Türkiye Amerika' nın izinde ilerliyor. O zaman kötü taraflarını değil de iyi taraflarını almaya çalışmak gerek. Bize düşen neyin iyi neyin kötü olduğunu algılayabilecek kafalar yetiştirmek. Beyni kolayca yıkanabilen, mitinglerde ortalığı dolduran, her söylenene inanan, olaylara at gözlükleri ile bakan koyun misali kalabalık çoğunluklardan olmayalım.

Ne dinliyorum?
Son iki haftadır Hayko Cepkin dinliyorum. Size de tavsiye ederim. Özellikle "Ölüyorum" isimli parçası çok ama çok güzel, bu aralar sürekli bu şarkı var listemde. Harika, muhteşem, olağanüstü.


Read more...

Liberal Çiftlik

Ekonomimiz alaturka, liberalizmimiz arabesk, sermayemiz nazlı, iş adamımız narindir. Ekonomide serbest, siyasette grekoromen güreşiriz. Ama hep tuş oluruz. Uçan kuşa borcumuz var, uçmayana hıncımız... Devrim yasak, evrim sakıncalı, döneklik yararlıdır azgelişmiş demokrasimizde.

`Güleriz ağlanacak halimize` derler ya; ağlanacak halimize biraz da gülmek istedim. Ne yapayım! Şimdiye dek, kızarak yazdım anlamadılar. Şimdi gülerek yazıyorum; belki anlarlar!..

Uğur Mumcu

Read more...

Çarşamba, Şubat 18, 2009

Madalyonun Tersi - 3 (Kriz)

Bugün biraz kendi bakış açımla ekonomiden bahsetmek istiyorum. Aylardır süren kriz haberleri, ülkelerin bu haberlere tepkileri ve bizleri nelerin bekleyebileceği ile ilgili kendimce bir iki yorumda bulunacağım. Aslında böyle bu konuya girmemin temel nedeni şu an Amerika' da olmam. İş dolayısı ile 2 haftalığına buradayım. Mevcut ekonomik gelişmeleri Hollanda, Amerika ve Türkiye açısından değerlendirme fırsatı buldum. Bunları da kendi bakış açımla aktarmak istedim.

Amerika

Şu an çok ama çok ciddi bir ekonomik kriz var. Amerika' dan uzakta bunu farkedemiyorsunuz. İnanın şaşkınlık içerisindeyim. Geldiğimden beri en çok konuşulan konu ekonomi. 5 Nisan kararlarını yaşadığım döneme gittim resmen. İnsanlar panik halinde, çok ciddiyim. İşten çıkarmalar had safhada, herkeste "ne zaman İnsan kaynakları beni çağıracak" diye bir korku var. Batan şirket sayısı son derece fazla ve bunlar sadece küçük işletmeler falan değil. Mesela size bir örnek olması açısından, meşhur "circuit city" nin sayfasını bir ziyaret edin. Niyetim kimseyi paniğe sokmak değil, sadece gördüklerimi aktarıyorum. Mümkün olduğunca CNN izliyorum ve reklamlar dahi ekonomik krizle ilgili. Hemen hemen her reklam "Ekonominin kötü olduğu şu dönemde bizim ürünümüzü tercih etmelisiniz, çünkü . . ." diye başlıyor. Bugüne kadar alınan önlemler pek bir işe yaramadı. Obama resmen enkaz devralmış durumda. Obama ile ilgili konuşmak için elbette çok erken ama ben söylemlerini, duruşunu ve politik yaklaşımını çok beğeniyorum. Umarım iyi işler yapacak ülkesi ve dünya için. Bu hafta çok önemli bir paket daha açıklandı Obama tarafından, piyasaya canlılık vermesi umuluyor, özellikle işsiz kalan insanlarla ilgili önemli destekler içeren bir paket. Bakalım zaman gösterecek ne derece etkili olacağını. Bu arada ilginç bir not; Bu yeni paket özellikle "yenilenebilir enerji" yatırımları ile ilgili de bir destek içermekte. Bu yaklaşım benim acayip hoşuma gitti, yani günü kurtarma telaşıyla, geleceği karartmaya göz yummayan bir politika olarak algılıyorum bunu. Diyeceksiniz ki "bunun nesi ilginç?" İlginç tarafı şu, CNN de bir reklam gördüm, sadece bir kere izledim ve şaşkınlığımdan çok da dikkat edemediğim için reklama kimin sponsor olduğunu göremedim, ama aşağı yukarı şöyle bir şeydi;

"Şu an büyük bir krizin içindeyiz ve hükümetimiz parasını bizi kurtarmak için kullanmak yerine doğaya, teknolojiye harcıyor, buna dur demelisiniz."

Önce dalga geçiyor sanmıştım ama değildi, hala daha emin olamıyorum ben mi yanlış duydum/gördüm, ama bir daha da bu reklama rastlamadım. Belki de hayal gördüm, umuyorum öyledir.

Hollanda

Hollanda ekonomisi güçlü bir yapıya sahip, ayrıca ulusal borç yükü de az. Ama sonuçta ekonomi çoğunlukla ticarete dayanmakta. Global kriz doğal olarak en çok ihracatı etkiliyor, bu da ekonomiyi krizlere karşı kırılgan bir yapıya sokuyor. Zaten ülke resmi olarak iktisadi durgunluğa girdi. Ayrıca bankacılık sektörü de Fortis sayesinde büyük yara aldı. Bunları da geçtim, hükümet yetkilileri ekonomik krizin etkilerini önceden göremediler. Bir durgunluğa girileceğini bekliyorlardı ama bu derece etkilenileceğini düşünmüyorlardı ve nitekim dün itibariyle hata yaptıklarını kamuoyu ile paylaştılar. Kriz ekonomiyi gerileme sürecine soktu ve 2009 da işsizlik oranının %5.5 e çıkması beklenmekte. Zaten hergün çok sayıda işten çıkarmalar duyuyoruz. Fakat iyi bir haber olarak emlak piyasası krizden çok etkilenmedi, yani Amerikada' ki krizin en büyük nedenlerinden biri Mortgage sistemi ile verilen kredilerin geri dönüşünün olmaması, evlerin değer yitirmesi ve bir sürü tetikleyici unsur burada görülmedi. Bu da mortgage sisteminin biraz daha oturaklı olduğunu gösteriyor. Bir diğer önemli unsur da Hollandalıların çok tutumlu olmaları. Hatta bazen cimri olarak bile nitelendirebilirsiniz onları. Çoğunlukla gösterişten uzak yaşarlar, hatta hollanda ile ilgili kitap okurken şöyle birşeyden bahsediyordu çok hoşuma gitmişti. Hollandalılar marka alışverişi yapmazlarmış, eğer böyle bir alışveriş yapmışlarsa da onu kullanırlarken markasının başkaları tarafından görülmemesine çalışırlarmış. Çünkü bir başkası görürse "buna bu kadar para verilir mi" diye dalga geçermiş. Benim çok hoşuma gitmişti bu, sonra sadece başkaları görsün diye marka alışverişi yapan insanlar olduğu aklıma geldi.

Türkiye

Tabi öncelikle sormak lazım "gerçekten Türkiye' de kriz var mı?" Yoksa daha öncelikli konularımız mı var gündemde? İşsizlik rakamları açıklandı, %12 küsür. Neredeyse rekor düzeyde. Bir çok sektör önemli ölçüde darbe almış durumda. Şu ana kadar faiz indirimleri dışında çok önemli bir adım atıldığını bilmiyorum, belki ben yeterince takip edemedim. Sonra bir takım insanlar sürekli Türkiye'nin bu krizden en az etkilenen ülke olacağını söyleyip duruyorlar. Aslında ben de Türkiye' nin bu krizden en az etkileneceğini düşünenler arasındayım ama bu "en az"ın bile ciddi bir kriz olduğunu görmemek bana biraz günü kurtarmak psikolojisi gibi geliyor. Obama' dan verdiğim örneğe bir daha dikkat edin. Gerçekten çok önemli, yani burada hiç bir siyasi partiyi övmek ya da yermek niyetinde değilim, kimse üzerine alınmasın ama Türkiye' nin gerçekten vizyon sahibi liderlere ve yöneticilere ihtiyacı var. Bu liderleri yaratmak da bize düşüyor. Bakın liderler krizleri avantaja dönüştürmeyi bilen insanlardır. Şu an bu derece olumsuz gelişmelere karşın Amerika ve Avrupa işlerin bu şekilde gitmeyeceğini anladılar, krizi yeniden yapılanmaya geçmek için fırsat olarak görecekler. Bunun temelleri atıldı bile. Umuyorum Türkiye de bu değişim rüzgarından nasiplenecek eğer kafasını kaldırıp çevresinde "gerçekten önemli" olan gelişmelere yoğunlaşabilirse.

Size bir gözlemimi daha aktarayım; inanın abartmıyorum, Türkiye' de tanıdığım bildiğim bir çok insan Amerikadaki ve Hollandadaki büyük çoğunluktan çok daha başarılı olabilecek insanlar. Bunu o kadar net görüyorum ki size anlatamam. Peki neden ülke olarak başarılı değiliz de birey olarak başarılıyız biliyor musunuz? Nedeni o kadar basit ki, Türkiye' de hepimiz daha fazlasını istiyoruz, her şeyin daha fazlası. Daha çok para kazanmak, daha çok mevki, daha çok mutluluk . . . Avrupadaki insanların böyle dertleri yok herkesin standart bir yaşamı var, daha fazlasına ihtiyaçları yok, mevcut kazançları ile her istediklerini yapabiliyorlar. Bir mortgage ları var bir arabaları, eş çocuk. Daha ne olsun diyorlar ve daha çok kazanmak için daha çok çalışma gereği duymuyorlar. Daha çok kazanırlarsa da bunu eğitime, kültüre, sanata harcıyorlar ve sonuçta kazanılan fazla paranın sistem içerisine dönüşünü sağlayabiliyorlar. 2. bir mortgage peşinde de koşmuyorlar. Bu da diğer insanlara fırsat veriyor onlar da çalışabiliyorlar ev sahibi olabiliyorlar ve tüm bu düzen ülkeyi de refaha kavuşturuyor. Elbette pek çok etken daha var, ayrıca sistem burada oturmuş diye de düşünebilirsiniz ama bu söylediğim Türkiye' de ucundan dahi tutamadığımız bir durum. Türkiye' de daha bir Amerikan yaklaşımı sözkonusu. Avrupanın sosyal devlet unsuru ne Amerika'da ne de Türkiye'de yerleşmiş. Bu da bireyi bir miktar vahşileştiriyor. Türkiye' de her birey daha çok para kazanmak istediği için daha çok çalışıyor, kazandıkça yetinmiyor daha çok çalışıyor, başkalarına kazanma hakkı tanımıyor. Bakın çok basit bir örnek söylediklerimi doğrulamak adına, kriz ortamındayız, krizi pek önemsemeyen insanlar şu an kriz ortamında işlerini büyüten insanlar, bir çok rakibi silip süpürebililme fırsatı. Halbuki aynı gemide olduklarını unutuyorlar. Büyük balık küçük balığı yer tamam ama küçük balıklar bitince büyük balık da kalmaz. Bir başka örnek size, bizzat kendimden. Bir büyüğüm bana para kazanmanın önemi ile ilgili akıl vermekteydi. O zamanlar sanıyorum 28 yaşında falanım. Bana "ben senin yaşındayken 6. milyon dolarımı bankama koymuştum" dedi. Duraksadım, o an birşey demedim ama sonradan çok düşündüm, ben 1. milyon dolarımda işi gücü bırakır, Barış' ımı yanıma alır dünyayı dolaşmaya çıkardım. Sonra daha çok düşündüm ve dedim ki acaba 1. milyon dolarımı kazandıktan sonra 2. yi de kazanayım öyle bırakırım mı derdim, ve bu böyle 3, 4 gider miydi? Çünkü benimle konuşan kişi, 28 yaşında 6. milyon dolarını yapmışsa ve aradan yıllar geçmesine rağmen hala aynı işi yapıp daha çok para kazanıyorsa bir sebebi olmalıydı. Evet sebep basit; bitmeyen hırs, daha çok kazanma hırsı. Ama bunu kendi başına yapma hırsı. Neyseki ben de böyle bir hırs yok. Elbette demiyorum ki işi gücü tamamen bırak, al paranı kaç buralardan. Sonuçta istihdam yaratıyorsun. Demeye çalıştığım şey birey olarak doyuma ulaşınca bırak başkaları bayrağı taşıyabilsin, kurumsallaşabilmeyi sağlayabilmek gerek. Ya işte konu konuyu açtı öyle sohbet eder gibi biraz da şu an çoookkk uzaklarda olmanın verdiği efkarla öyle yazdım kafamdan geçenleri.

Sonuç

Bu yazıdan bu sonuç çıkmaz ama şu bir gerçek ki kapitalist bir sistemde yaşıyoruz ve daha iyisi buluna kadar en iyi uygulanabilir sistem bu. Kapitalizmin tahtı krizlerde sallanır ama her bir kriz onu daha güçlü hale getirir, çünkü sistem krizlerde kendini yeniler, eksiklerini onarır. Avrupa Sosyal Devlet ile kapitalizmin vahşiliğini bir miktar yumuşatmayı başarabilmiş ama sistem hala pek çok insana, ülkeye acı çektirmeye devam ediyor. Ben iddia ediyorum ki bu krizi aşmanın da, daha iyi bir sisteme / geleceğe sahip olmanın da tek yolu Teknoloji' den geçiyor. Ancak para üzerine odaklı bir sistemde yaşadığınızda teknolojiden yeteri kadar faydalanamıyorsunuz, çünkü tüm yenilikler, geliştiricilerine para kazandırmak amacıyla piyasaya sürülüyor. Kaçmayan kadın çorabı üretebilirsen büyük iş yapmış olursun ama para kazanamazsın. Bu konuyu daha sonra değişik örneklerle açmak niyetiyle son sözümü söyleyeyim; İnsanoğlu yarattığı tüm olumsuzlukların üstesinden gelebilecek zekaya ve doğa da insanın zekasını kullanmasını sağlayacak güce sahiptir. Bu dengeyi kurarken bir takım kayıpların yaşanması doğaldır, o nedenle değişime açık olunmalı.


Read more...