"I should not talk so much about myself if there were anybody else whom I knew as well." - "Eğer bir başkasını daha iyi tanıyor olsaydım, kendimden bahsetmezdim." - Henry David Thoreau

Pazar, Aralık 24, 2006

Türk Edebiyatının Gamlı Prensesi

Uzun zamandır Tezer Özlü hakkında birkaç şey yazmayı düşünüyordum, kısmet bugüneymiş artık. Türk edebiyatında kesinlikle çok önemli bir yerde olan bu kadının kısacık hayatına sığdırdıkları sizleri hayrete düşürecektir. Kitapları blogumda pek çok kez yinelediğim bazı temaların derinlerine inen eserlerdir, gözardı etmeyin, mutlaka okuyun. Onun bizden biri olması, bu coğrafyadan çıkması, inanılası zor bir durum. Özellikle Yaşamın Ucuna Yolculuk kitabını mutlaka edinin ve okuyun. Böyle bir kitabı herkes yazamaz, siz okurlarından olun. Ne demek istediğimi anlayacaksınız.

Tezer Özlü (1943-1986), 10 Eylül 1943'te Simav'da doğdu. Anne ve babasının görevleri nedeniyle çocukluğu Simav, Ödemiş ve Gerede'de geçti. "Dört bin nüfuslu bir Anadolu kasabasında dünyaya bakmayı öğrendim. Altı yaşındaydım. Dünyanın sonsuz büyüklüğünü hissettim ve gitmem, çok uzaklara gitmem gerektiğine inandım..." diye anlatır o günlerini.

Yaşarken yayımladığı üç "farklı" kitabıyla edebiyatımızın çok erken yaşta yitirdiği en özgün kalemlerden biri oldu. Avusturya Kız Lisesi'nde okudu. İlk kitabı olan Eski Bahçe'yi, (1978) 1963'ten beri dergilerde yayımlanan öykülerinden oluşturdu. İlk romanı Çocukluğun Soğuk Geceleri (1980); kişinin, çocukluğundan başlayarak içine düştüğü yaşamın, kimi zaman fiziksel-kaba, kimi zaman inceltilmiş-dolaylı baskılarıyla karşı karşıya kalışını ve yaşadığı ya da "yaşamasına izin verilmek istenmeyen" farklılığını ve uyumsuzluğunu son derece sarsıcı ve incelikli bir biçimde, "teninde duyarak" işledi. Özlü, yaşamın anlamını arayan ve bu arayışı hayranlık duyduğu üç yazarın (Svevo, Kafka ve Pavese) izlerini ve izleklerini de sürerek sürdüren ikinci roman/anlatısını ise 1983'te Auf den Spuren eines Selbstmords (Bir İntiharın İzinde) adıyla yazmış; yapıt 1983 Marburg Yazın Ödülü'nü kazanmıştı. Bu kitap, daha sonra dilimizde, yazarı tarafından Yaşamın Ucuna Yolculuk (1984) adıyla bir anlamda yeniden yaratıldı. Özlü'nün ölümünün ardından; ilk öykü kitabı, daha sonra yazdığı öykülerle bir arada Eski Bahçe - Eski Sevgi (1987) adıyla basılmış; Gergedan dergisi 13. sayısında yazarın adına özel bir "fotobiyografi" yayımlamış; kimi günce ve anlatı parçaları ise Kalanlar (1990) adlı küçük bir kitapçıkta toplanmıştı.

"Pavese, Franz Kafka, Svevo izleri taşıyan; yazdığı her satırda acısını haykıran, zehirli doğan ve bu zehiri satırlarına aktaran, dünyaya karşı umutsuzluğunu, uyumsuzluğunu haykıra haykıra kendi ölümünü seçen, türk edebiyatının en iyi kalemlerinden, hayran olunası kadın . . ."


Aşağıda, kitaplarından bazı alıntılar yaparak bu muhteşem kadının edebiyat dünyasına bıraktıklarını sizlerle paylaşıyorum. Yalnız dikkatli olun, derinlere tüpsüz dalış yapıp vurgun yeme ihtimaliniz var.

(...) daha güzel yaşam diye bir şey yok, daha güzel yaşamlar ötelerde değil, daha güzel yaşam başka biçimlerde değil, güzel yaşam burada, Taksim alanı'nda, turşu, pilav, simit, çiçek, kartpostal satan, ayakkabı boyayan siyah kalabalık içinde, trafik tıkanıklığından yürümeyen arabalar, egzoz kokusu, alana yayılan sidik kokusu, gözlerimiz, duygularımız önünde açılan bu kara kalabalıktan başka yerde, daha başka bir biçimde bir güzel yaşam yok!

Şunu öğrenmelisin : Sen hiç bir işe yaramaz değilsin. Seni senden çalan toplumdur.

Kültür bir şeye cesaret edebilme sorunudur. Okumaya cesaret edebilme, bir görüşe inanmaya cesaret edebilme, görüşlerini açıklayabilme cesaretidir. Kültür, insanlık uğraşısının üst yapısı değil, temelidir.

ama insanın gerçek yeteneğini, tüm yaşamını, kanını, aklını, varoluşunu, verdiği iç dünyasının olgularının sizler için hiçbir değeri yok ki . . . bırakıyorsun insan onları kendisiyle birlikte gömsün. Ama hayır, hiç değilse susarak hepsini yüzünüze haykırmak istiyorum. Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla hiç bağdaşan yanım yok, aranızda dolaşmak için giyiniyorum, hem de iyi giyiniyorum, iyi giyinene iyi yer verdiğiniz için, aranızda dolaşmak için çalışıyorum, istediğimi çalışmama izin vermediğiniz için, içgüdülerimi hiçbir işte uygulamama izin vermediğiniz için, hiçbir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum, birşey yapıldı sanıyorsunuz, yaşamım boyunca içimi kemirttiniz, evlerinizle, okullarınızla, işyerlerinizle, özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz, ölmek istedim, dirilttiniz, yazı yazmak istedim, aç kalırsın dediniz, aç kalmayı denedim, serum verdiniz, delirdim, kafama elektrik verdiniz, hiç aile olmayacak insanla biraraya geldim, gene aile olduk, ben bütün bunların dışındayım . . .

sordukları zaman, bana ne iş yaptığımı, evli olup olmadığımı, kocamın ne iş yaptığını, ana babamın ne olduklarını sordukları zaman, ne gibi koşullarda yaşadığımı, yanıtlarımı nasıl memnunlukla onayladıklarını yüzlerinde okuyorum, ve hepsine haykırmak istiyorum; onayladığınız yanıtlar yalnız bir yüzey, benim gerçeğimle bağdaşmayan bir yüzey, ne düzenli bir iş, ne iyi bir konut, ne sizin "medeni durum" dediğiniz durumsuzluk, ne de başarılı bir birey olmak, ya da sayılmak benim gerçeğim değil. Bu kolay olgulara, siz bu düzeni böylesine saptadığınız için ben de eriştim. Hem de hiç bir çaba harcamadan, belki de hiç istediğim gibi çalışmadan, istediğiniz düzene ayak uydurmak o denli kolay ki . . .

benim en büyük mutluluğum her şeyden kaçmak; tüm çocuklardan, tüm acılardan, tüm sevgilerden, tüm orgazmlardan, tüm gecelerden, tüm günlerden, her hilal aydan, her ülkeden . . . ben her gece ölüyorum, her sabah yeniden canlanıyorum, her yirmidört saatlik zaman dilimi hem ölüm hem yaşam aynı zamanda . . .

Dünyanın acısı olmasaydı taze yeşil yapraklar üzerindeki güneş ışınlarının anlamı olmazdı.

İki insanın sarılarak geçirdiği bu sarsıntı, özü olmalı evrenin . . .

İnsanın kendi dünyası dışında yaşayacağı bir dünya yoktur.

Her sevginin başlangıcı ve süreci, o sevginin bitişinin getireceği boşluk ve yalnızlık ile dolu. Belirsizlikler arasında belirlemeye çaliştığımız yaşam gibi. Sevgi isteği, kendi kendine yaşamı kanıtlama dileği kadar büyük. Belki kendilerine yaşamı kanıtlamaya gerek duymayan insanlar, sevgileri de derinligine duymadan, acıya dönüştürmeden yaşayıp gidiyorlar.

Her varoluş kendisiyle birlikte ölümü getirmiyor mu?

İnsanın başkalarına söyledikleri kendi duymak istedikleridir. yazdıkları, okumak istedikleridir, sevmesi, sevilmeyi istediği biçimdedir.

Pazar günleri... Şimdilerde... Sokak aralarından geçerken... gözüme pijamalı aile babaları ilişirse, kışın, yağmurlu gri günlerde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim... evlerin pencere camları buharlaşmışsa... odaların içine asılmış çamaşır görürsem... bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyolardan naklen futbol maçları yayımlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara dek yansıyorsa, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek. . . isterim hep.

İnsan yaşamının en mutlak, en önemli olgusu sevilen bir insanı özlemek, istemek. Onun yanındayken de özlemek, istemek. Oysa yaşam genellikle insanın bir başına kalması.

Ve yaşam yalnız rüzgar, yalnız gökyüzü, yalnız yapraklar ve yalnız hiç degil mi?

0 comments: