"I should not talk so much about myself if there were anybody else whom I knew as well." - "Eğer bir başkasını daha iyi tanıyor olsaydım, kendimden bahsetmezdim." - Henry David Thoreau

Çarşamba, Mayıs 04, 2011

Yaban



Yaban Mentes, 1 May, 10:51 born in Amsterdam, 3.430 kg, both baby and mom are healthy after a really tough delivery ended up with C-section (took 24 hours). Here is his first photo, more to come soon. I cried cried cried when I saw his first cry, this was the most amazing moment in my life. And I am so proud of my wife, she was so brave and strong as usual despite all the troubles we had.


Oglumuz Yaban Mentes, 1 Mayis Saat 10:51'de Amsterdam' da dunyaya gozlerini acti. Cok zorlu bir dogum yasadik, sonunda sezeryan yapmak zorunda kaldilar. Anne de Yaban da iyiler. 24 saat suren dogumun her asamasinda bulundum ve "Anne" olmanin ne demek oldugunu gercekten anladim. Guclu ve cesur Baris'im la cok gurur duyuyorum. Oglumun ilk aglayisi ile benim gozyaslarim sel oldu akti. Hayatimin en muhtesem aniydi. Iste sizlere bir fotografimiz...

Read more...

Cuma, Şubat 18, 2011

Önce İnsan

Hayatımda olan güzel gelişmelerden ötürü vakit ayıramadığım bloguma bugün kısa bir dönüş yapayım dedim. Umarım özlemişsinizdir.

Dün, iş arkadaşım bana tipik bir Hollanda vatandaşının bilmesi gereken konuları anlatan bir DVD getirdi. Aile yapısı, tarihi, coğrafyası, okul hayatı, çocuk yetiştirme vb konular güzel bir dille anlatılmış. Birçoğu zaten bildiğim şeylerdi. Ama Hollandaca izleyerek bildiklerimi tekrar etmek güzel oldu, arada bilmediğim konular da vardı, özellikle anayasa ve tarih kısımlarında anlatılanlardan büyük bir kısmını bilmiyordum, iyi oldu.

Anayasa ile ilgili bölümde, anlatıcı kadın, demokrasinin anayasa ile korunduğunu, anayasanın vatandaşın refahı için olduğunu söyledi ve "anayasanın en önemli maddesi" diyerek vurguladığı 1. maddeyi okudu;

“Hollanda'da yaşayan bütün insanlara, eşit şartlarda eşit muamele edilecektir. Din, inanç, siyasi görüş, ırk, cinsiyet veya başka bir sebebe dayalı ayrımcılığa asla müsaade edilmez”

Yaşadığım yerin anayasasının ilk maddesini çok sevdim, bir de doğduğum yere bakayım dedim.  Almanya Anayasasının  (Temel Yasa) ilk maddesi, insanlık onurunu anayasal düzenin en yüksek değeri olarak göstermesiyle özel bir madde;

“İnsanlık onuru dokunulmazdır. Her tür devlet erki insanlık onuruna saygı göstermek ve onu korumakla yükümlüdür”

Canım ülkemin anayasasının ilk ve en önemli maddesi ise "Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir". Bizim anayasamız devletin şekli ve nitelikleri ile başlıyor, ardından insan geliyor. Belki yeni anayasa bir umut " önce insan" der. Ya da demese bile belki pratikte önce insan gelir.

Read more...

Çarşamba, Ocak 19, 2011

İlk defa mimlendim

Yoğun geçen günlerim nedeniyle blog uma yeterli zamanı ayıramıyorum. Bugün birşeyler yazsam diye düşünürken, takip ettiğim bloglardan Leylalar' ın beni mimlediğini gördüm. Eh ilk mimlenişimi değerlendireyim bakalım nasıl olacak?

en sevdiğiniz kelime: Yaban
nefret ettiğiniz kelime: Kader
sizi ne heyecanlandırır: Değişim
heyecanınızı ne öldürür: Sıradanlık
en sevdiğiniz ses: Doğal olan tüm sesler
en sevmediğiniz ses: İçimdeki ses
hangi mesleği yapmak istemezsiniz: Satış
hangi doğal yeteneğe sahip olmak istersiniz: Hitabet
kendiniz olmasaydınız kim olmak isterdiniz: Öteki ben
nerede yaşamak isterdiniz: Barış'ım nerede ise orada
en önemli kusurunuz: "Hayır" diyememek
size en fazla keyif veren huyunuz: Sorgulamak
kahramanınız kim: Bugün (19 Ocak) Hrant Dink
en çok kullandığınız kötü kelime: Dingil
şu anki ruh haliniz: Mutlu
hayat felsefenizi hangi slogan özetler: Sahip oldukların zamanla sana sahip olur
mutluluk rüyanız: Nisan ayında gerçek olunca anlatırım
sizce mutsuzluğun tanımı: Mutsuz insanlarla birlikte olmak
nasıl ölmek isterdiniz: Gülerek
öldüğünüz zaman cennete giderseniz allah’ın size ne söylemesini isterdiniz: Nasıl başardın?

Ben kimseyi mimlemiyorum.

Read more...

Cuma, Ocak 07, 2011

Önleyici / Düzeltici

Biz ülke olarak önleyici faaliyetleri çok seviyoruz. Herşeyi yasaklayıp, tüm kontrol mekanizmalarını çalıştırıp, bürokrasiyle insanları boğup düzeni sağlayacağımızı sanıyoruz. Vatandaşına potansiyel suçlu gözüyle bakıp her an kontrol altında tutmaya çalışmak bizi sürekli sistemin boşluklarını bulmaya itiyor. Aslında yazıma başladığımda hiç aklıma gelmemiş olmasına rağmen, youtube yasağı bu söylediğime çok güzel bir örnek. Dünyanın belki de hiç bir yerinde youtube a arka kapıdan ulaşmanın yolunu kullanan, bilen başkası yoktur. Belki biraz kültürden de kaynaklanıyor olabilir devletin insanlarını kontrol altında tutmaya çalışma durumu. Ve de belki de sadece bu sebepten biz Türk insanı kıvrak bir zekaya sahibiz.

Üniversitenin ilk yıllarında bir arkadaşım Paris’e gitmişti 1 haftalık tatil için, döndüğünde bana metroya bedava binmenin inceliklerini anlatıp durmuştu. “Ne kadar akılsız insanlar, bilet kontrolü olmamasına rağmen bilet alıp geçiyorlar” gibi bir şey demişti, “kontrol yoksa niye bilet satın alınsın ki”.

Evet gerçekten de gittiğim bir çok avrupa şehrinde giriş ve çıkışlarda herhangi bir kontrol olmuyor, ama gün içerisinde zaman zaman görevliler kontrollerini yapıp bileti olmayan yolculara ceza kesiyorlar. Bilinçli bir vatandaş normalde biletini satın alıp, yolculuğunu yapar. Burada tüm vatandaşların bilinçli olduğu varsayımıyla yola çıkılıp arada denetlemeler yapmak suretiyle biletini almayı unutmuş olan vatandaşların daha dikkatli olmaları için düzeltici faaliyetlerde bulunuluyor. Bu sadece metroda ya da otobüslerde karşılaştığım bir konu değil. Mesela vergi iadesi, daha bir kişi bana herhangi bir belge sormadı ya da fatura göstermem gerekmedi, ya da iş başvuruları, daha diplomamı kullanmadım bile, Barış yeniden üniversiteye başvurduğunda Hacettepe nin türkçe olan diplomasının fotokopisini göstererek kaydını yaptırdı, tercüme bile gerekmedi. Yani işin özü ben vatandaşıma güveniyorum arada sadece bazı denetlemelerle oluşabilecek yanlışlıkların önüne geçmek istiyorum durumu hakim. Ben bunu çok seviyorum, elbette suistimallere açık bir sistem ama başarılı bir şekilde işliyor. 

Read more...

Çarşamba, Ekim 27, 2010

Sapere Aude II


Gerçekleri görmeni engellemek için gözlerinin önüne çekilen bir dünya bu.
Ne gerçeği?
Bir köle olduğun gerçeği Neo.
Sen de herkes gibi bir köle olarak doğdun.
Dokunamadığın, tadamadığın ya da koklayamadığın bir hapishanedesin.
Aklının içi bir hapishane.

It is the world that has been pulled over your eyes. to blind you from the truth.
What truth? That you are a slave. Like everyone else, you were born into bondage...
born into a prison that you cannot smell or taste or touch.
A prison for your mind.

Yazıma The Matrix filmindeki Morpheus' un Neo' ya Matris' in ne olduğunu tanımladığı diyalog ile başladım. ama fılmden bahsetmeyeceğim elbette. Hatırlarsanız Sapere Aude! yazımda aklımızın başkalarının kılavuzluğu başvurmaksızın kullanılmasının önemine bir giriş yapmıştım. Bu yazımda konuya biraz daha özel bir açıdan bakmaya çalışacağım.

Evet, gerçekten de bir matris in içerisinde yaşıyoruz bir açıdan baktığımızda. Her şey programlanmış ve bizlere bu programlar doğumumuzdan itibaren yükleniyor. Tabi mecazi konuşuyorum. Ama neredeyse birer robot gibiyiz bu dünyada kendimizi insan sanan. Neden böyle düşündüğümü biraz anlatmaya çalışayım, ama daha derinlere inmeden önce önemli bir uyarı da bulunmak istiyorum, vereceğim örneklerin ya da anlatacağım olayların iyi ya da kötü olarak algılanmasını istemiyorum. Yani burada eleştirir gibi verdiğim örnekler kimileri için iyi kimileri için kötü olarak yorumlanabilir. Bu sadece sizlerin olaya nasıl baktığı ile ilgili.

Şimdi neden böyle programlanmış bir hayat yaşadığımızı biraz açıklamaya çalışayım. Elbette hayatımın büyük bölümü Türkiye' de geçtiği için örneklerim Türkiye' den olacak ama hemen hemen dünya üzerinde her yerde benzer örnekler var. Nasıl bir programlamaya maruz kalacağımız doğmadan önce belirleniyor tamamen tesadüfi olarak. Doğduğun ülke, yaşadığın çevre, aile, tüm bunlar sana yüklenen programı yeri geldiğinde yamalarla düzenliyor ve sen de sonraki kuşaklara programın bir üst ve daha iyi versiyonunun yüklenmesine yardımcı oluyorsun. Bilişim sistemleri ile uğraşan birinden beklenen cümlelerle konuyu batırmak niyetinde değilim merak etmeyin.

Düşünün şimdi dünya üzerinde belki de yüzlerce din var. Büyük çoğunluğumuz doğduğumuz ülkeye göre otomatikman bir dine mensup olarak başlıyoruz hayata. Sonra yatıp kalkıp dua ediyorsun iyi ki annem babam  bu dine inanıyorlar diye. Neden, çünkü bizim dinimiz en son ve en doğru din. Bir başkası bambaşka bir ülkede doğuyor ve ona yüklenen program da din alanında ki değer sözgelimi Yahudi oluyor, o da ömrü boyunca yatıp kalkım dua ediyor iyi ki böyle olmuşum diye, ve herkes kendinden farklı olan için bir miktar üzülüyor doğruyu göremedikleri için, bunu dünya üzerindeki her dine uygulayabilirsiniz. Yani aslında dünyanın tamamı halinden memnun, herkes öldükten sonra ona bahşedilen yere gidecek, ya da dini ne diyorsa onu görecek öbür tarafta. Ne güzel.

Bir de şöyle söylemler oluyor; "Herkes doğruyu arayıp bulmakla yükümlüdür, hiç bir şekilde kimse zorla kimseye dayatma yapamaz, araştırılırsa en doğrusunun bu olduğu görülecektir, herkes çocuğuna, ailesine, kendinden olmayana dinini öğretmekle mesuldür vs vs vs", ama hepsi aynı kapıya çıkmıyor mu? Her yer de hemen hemen böyle olmuyor mu? Üstelik kim neyi niye araştırsın ki herşey hazır olarak bize verilmiş nasılsa. 5-12 yaş arasında bir çocuğa sen bu programı verirsen, nasıl bir araştırma, sorgulama beklersin ki. Eğer inandığımız şeyler gerçekten doğruysa, bunu bir seviyeye geldikten sonra insan zaten farkedecek ve tercihini yapacaktır. Yeter ki beyinleri küçüklükten itibaren köreltmeyelim. Yani inanmadan önce bilmek gerekliliğinin altını çizmek gerekiyor.

"Emanuel Kant, kişinin kendi kaderini kendinin belirlemesini özgürlük olarak tanımlamıştır, ve kişinin özgür olup, diğer herkesin de en az kendi kadar özgür olmasını istemesini, toplumda eşitliğin sağlanması olarak görür. Birbirimizle olan ilişkilerimiz ve kendi aklımızla hükmettiğimiz hayatımız bize özgürlüğü getirecektir, oysa ki dünya aydınlanma yaşamamış, kendi aklımızın ve eylemlerimizin değil dış etkenlerin hayatımızı belirlediği bir esaret altındadır."

Ateistleri ya da Agnostikleri atladığımı düşünebilirsiniz. Onlar şans eseri (ya da şansızlık nasıl baktığınıza göre değişir) programlanamayan insanlar. Bu grup bana daha samimi geliyor çünkü seçimlerini belli sorgulamalar neticesinde kendi başlarına yaptıkları için. Diyebilirsiniz ki herkes her yaşta programlanabilir, bu grubun pek farkı yok. Bence var, sorgulayarak belli neticeler elde edilebilir. Ne yapacağız yani bu yaştan sonra din mi değiştireceğiz ateist mi olacağız demeyin, sadece sizden sonraki nesillere tercih şansı tanıyın.

Din programlaması insan hayatında büyük öneme sahip ama tek başına yeterli değil. Bunun yanında politika, milliyetçilik, tarih programlamaları da yapılması gerekiyor. Bu sebeple gençliğimiz masallara ayrılmış. Dediğim gibi dünyanın büyük bir bölümü tahminimce bu şekilde besleniyordur. Ben ilkokulda okurken dünyanın %99 unun müslüman olduğunu ve Türkiye' nin dünyanın en güçlü ülkesi olduğunu düşünüyordum , eminim sizlerin de benzer tecrübeleri olmuştur. Düşünsenize bize anlatılanlardan sonra kim başka bir dini ister ki. Ancak beyinleri yıkanmışsa küçük yaşta bizim gördüklerimizi göremezler! Masallarla büyüdük dedim, nedir bu masallar? Türkiye'nin stratejik açıdan dünyanın en bi önemli yerinde bulunuyor olması, iç ve dış düşmanlarımızın çokluğu, kendi kendine yetebilen 7 ülkeden biri olmamız (diğer altısı?), ve buna benzer bilgilerin ışığında oluşurduğumuz durum. Türkün Türkten başka dostu yoktur, bir Türk dünyaya bedel vs gibi bir çok yanıltıcı, insan değil milliyet kavramlarını övücü sözlerle yoğrulup belli bir seviyeye getiriliyoruz. Hala daha "1. Dünya Savaşı'nda Almanlar yenilince biz de yenik sayıldık" diye düşünen arkadaşlarım var benim. 1. Dünya Savaşı'na giriş nedenimizi hatırlıyor musunuz peki! Yani ne savaşa girişimizde bizim bir suçumuz ne de savaşın neticesinde bizim yenilgimiz sözkonusu. Yakın tarihimizi böyle bilirsek, Osmanlı için ne düşüneceğiz ki!  Yakın tarihine bu kadar uzak olmak insanı üzüyor. Herkesin geçmişini bilip dersler alması çok ama çok önemli olmakla beraber eğer yanlı bir tarih öğreneceksek nasıl ders çıkarırız yaptığımız hatalardan! Aşağıdaki anlamlı alıntı benim belki de en sevdiğim köşe yazarı olan Yıldırım Türker' in Bertrand Russell ile ilgili bir yazısının sonuç kısmından, yazının tamamı için buraya tıklayın.

“Okullarda çocuklara okutulan tarih kitaplarının o ülkenin tarihçileri tarafından değil, başka bir ülkenin (hatta düşman ülkenin) tarihçileri tarafından yazılmışlardan okutulması önerisi dinleyenin kulağını sızlatabilir, ama ‘tarih’ işte o zaman yıllar süren ve hep ‘bizim’ kazandığımız kanlı bir savaş (masal) olmaktan çıkar... İşte o zaman bize karşı pencereden bakan komşunun ‘öcü’ olmadığını, onun da bizim gibi aşamalardan (okullardan) geçip tam da devletinin istediği gibi bir koyun (pardon özür diliyorum.. tamamen ‘vatandaş’ demek istemiştim oysa) olduğunu ve tarihte kazanan büyük hükümdarın ‘savaşlarda galip gelen değil’ aksine halkına ‘en uzun barışı’ yaşatan küçük insanlardan olduğunu öğrenirdik.. ve lâkin mürekkeple değil kanla yazılıyor tarih dünyanın bütün devletlerinde.”

Read more...

Pazar, Eylül 26, 2010

Evet + Hayır + Boykot = Türkiye

Daha önce Hollanda'daki seçimler ve sonuçları ile ilgili birşeyler karalamıştım burada. Hollanda' da seçimler biteli yaklaşık 110 gün oldu, ortada hala daha bir hükümet yok. Peki vatandaş bunu hissediyor mu? Geleceğinden kaygılı mı? Ülke başıboş nereye gidiyor diyen var mı? Yok! Haftaiçinde önceki hükümetin finans bakanı yeni hükümetin daha iyi çalışması için bütçede büyük kısıntılara gitti ve yeni oluşacak hükümetin muhtemel başbakanı da bundan duyduğu memnuniyeti dile getirdi. Yani enkaz devraldık diye bir laf duymayacağız, herkes ülkesi için çalışmaya gayret ediyor.

Muhtemelen en az 3 partili bir koalisyon olacak, 110 gündür partiler bir araya gelip üzerinde fikir birliği sağlayacakları çalışma planı üzerinde anlaşmaya çalışıyorlar. Dikkat edin koalisyonu oluşturacakları sayısal model üzerinde değil, koalisyon hükümetinin çalışacağı konular üzerinde çalışılıyor. Yani hükümet kurulduğunda herkes ne tür yasalar çıkacağını, nasıl bir programa bağlı kalınacağını bilecek, o yüzden 110 gündür konuşuyorlar. Böyle bir durumun Türkiye' de gerçekleşme ihtimali herhalde yoktur. Kimisi ben Kürtlerin partisi ile masaya oturmam der, kimisi ben dincilerle masaya oturmam der, kimisi türban karşıtları ile masaya oturmam der, sanki Türkiye' de başka insanlar yaşıyormuş gibi. Hadi diyelim masaya oturdular, asıl o zaman tantana kopar zaten, herkes önce bir rest çeker, benim milletvekili sayım daha büyük, yok efendim seninki büyük ama benimki daha işlevsel, yok yok sizler sayıca çoksunuz ama ben olmadan iktidar olamazsınız diyerek herkes silahlarını gösterir, sonra sömürülecek bakanlıklar birer birer paylaşılır ve rakamı tutturan bir koalisyonumuz olur, kısa süreli de olsa herkes mutlu mesut gider. Hollanda' da olduğu gibi hükümet kurma çalışmaları uzun sürerse, medya kuruluşlarımız aldıkları talimat doğrultusunda insanları provoke etmeye başlar ve ülkenin başıboşluğu meselesi ortaya çıkar, sonra yeni seçimler, darbeler (neyse ki kelime dağarcığımızdan çıktı gibi artık), kaos vs bizi bekler. Siyasetin, ordunun, medyanın sadece ülkenin birer çalışma organı olduğunu ne zaman göreceğiz? Niye bu kadar önemliler hayatımızda? Niye biz hiçbir şeyden memnun olamıyoruz? Niye bunları kendi hallerine bırakamıyoruz? Bu insanlar sadece işlerini yapsa, siyasetçiler bizim işlerimizi kolaylaştıran yasalar çıkarsa, medya bizleri yönlendirmeden haberlerini verse, çıkar ilişkileri olmasa, herkes ülkesi için çalışsa... Bu işler futbol maçları gibi zaten, ne kadar çok ilgilenirsen o kadar körleşiyorsun ve daha çok savunuyorsun. Klüp liderlerinin birbirleri ile dalaşmaları size siyasetçilerin birbirlerine olan söylemlerini anımsatmıyor mu? Ne kadar çok bağırırlarsa, o kadar taraftar topluyorlar. 

Türkiyemin gündeminde de uzun süre referandum vardı, bitse de kurtulsak artık dedik ama kurtuluş gözükmüyor. Futbol maçı öncesi, maç sırası ve maç sonu tartışmalı pozisyonlarını takip eder gibi insanlar konuya yoğunlaşmış durumdalar. Partizanca söylemler, karşılıklı atışmalar, küfürleşmeler, kavgalar almış başını gidiyor. Evetçi ve Hayırcı (boykotu geçelim şimdilik) diye ikiye bölündük tarihimizden ders almamış gibi. Oy kullanan insanların çok yüksek çoğunluğu neye Evet ya da Hayır dediğini bilmiyordu. İki taraf  da yönlendirildi (2 taraf bile demek içimi acıtıyor aslında). Maddeleri okuyup da Evet veya Hayır diyen azınlık kesimi bir kenara bırakırsak, geri kalanlar maalesef bir takım partizanca yönlendirmelere kurban gittiler. Aslında bunu da normal görüyorum, bu tip anayasa değişiklikleri, meclis içinde uzlaşmaya varılıp halledilecek konular olmalıydı, halka götürünce yazı tura atmak gibi oluyor bir nevi sonuçları. Şimdi 70 milyon bir araya gelmiş seçime gitmiş, 3-4 partiyi meclise sokmuş, çalışın demiş, 550 milletvekili bir araya gelip uzlaşacak bir ortam yaratamamışlar, birbirleriyle kavga etmişler, kırmızı çizgilerinden taviz vermemişler. Bu adamlar bu kavgalarını kalkmış halka taşımışlar, halk da daha çok birbirine girmiş, kavga, gürültü, patırtı, dostlar birbirleri ile konuşmaz olmuş farklı düşündükleri için, sanatçılar ayrılmışlar kendi aralarında, herkes saçmalamış, biraz argo olacak ama kısaca "imam osurursa cemaat sı..mış" durumu olmuş, işte referandum sürecinin özü budur. "Evet" dendi şeriat gelecek, "Hayır" dendi demokrasi gidecek hepsi palavradır, provokasyondur. Bu ülke huzura kavuşmak istiyorsa duygusal bağımlılıklarından taviz vermek zorundadır. Farklı kimliklerin, farklı dinlerin, farklı davranışların , farklı yaşam tarzlarının birarada olabileceği bir Türkiye olmak durumundadır. Milliyetçi, Dinci, Etiketçi söylemlerin unutulduğu, daha birleştirici, özgürlükçü ve uzlaşmacı yaklaşımların olduğu bir gelecek görmek ümidini hala taşıyorum. Bu bağlamda siyasi partilerimizin katedeceği çok yol var, ama ümitliyim. Siz de artık birbirinizi kırmaktan vazgeçip beraber yaşamayı öğrenin, bunu başaramıyorsanız da suçlu aramaya önce kendinizden başlayın.

Read more...

Cuma, Ağustos 06, 2010

Tatildeydik - 5


Yolculuğumuzun İtalya ayağını Cenova’ da bitirdik ve 2 saatlik bir tren seyahati sonrası Menton’ a vardık. Menton Fransa’nın Cote d’Azur (Mavi Kıyı) bölgesinin ilk önemli durak noktası. Planımıza göre Cote d’Azur da kalan 10 günümüzü geçirip Marsilya üzerinden Hollanda’ya dönecektik. Bu yazımda bu kalan 10 günlük seyahatimizi, gördüğümüz güzel yerleri anlatacağım.


Menton bizim ilk bakışta çok ama çok sevdiğimiz bir yer oldu. Burası daha çok emekliliğini yaşayan insanların tercih ettiği bir yer aslında. Zaten baktığınızda mutlu yaşlıların çoğunlukta olduğunu hemen farkediyorsunuz. Yemyeşil bir alan, ağaçlar arasında bahçeli güzel apartmanlar, her sokak lambasının yanında renkli renkli çiçekler, sağınız solunuz üzerinde binlerce meyveyi barındıran portakal ve limon ağaçları. Portakallar o kadar çok ki artık yerlere dökülmüşler. Menton zaten meşhur portakal festivali ile ünlü, biz gittiğimizde festival zamanı değildi ama ben bloguma bir tane festival resmi koydum sizler için. 351 basamak çıkarak vardığımız Menton’ un en tepe noktasında, muhteşem bir manzara eşliğinde bulunan kampa yerleşmemiz biraz zor oldu. Zaten geç varmıştık ve resepsiyon kapanmıştı, üstüne üstlük kamp tamamen doluydu, kapıdaki görevli ısrarla yer olmadığını söylüyordu, biz de çadırımızın çok ufak olduğunu, bir köşeye kıvrılacağımızı dillendirip duruyorduk. Sonunda kapıdaki diğer görevli halimize acımış olacak, köşede ağaç altında bir yer gösterdi. Biz yerimizi çok sevdik ve kalan 5 günümüzü bu kampta geçirdik. 5 gün bu kamptaydık ama hep Menton’ da değildik elbette. Zaten emekli olduğumuzda buraya yerleşeceğimiz için, sadece 1 gün burayı gezdik. Eğer Cote d’Azur a yolunuz düşerse Menton’ u es geçmeyin derim.



Menton, Monako-Monte Carlo’ ya tren ile 15 dakıkalık bir mesafede. Ayrıca otobüs de her 15 dakikada bir kalkıyor. Tren kişi başı 1.90 Euro 15 dakika sürüyor ve gayet konforlu, otobüs ise 1 euro, 40 dakikalık ezietli bir yolculuk. Aslında en iyisi araba kiralamak ama biz bunu atladık ne yazık ki, artık bir daha ki sefere. Monako tam zenginler ülkesi, hayatımda görmediğim kadar çok çeşitte lüks arabayı burada bir arada görme şansım oldu. Ünlü kumarhanesi, ve hemen yanında ki Hotel de Paris mutlaka görülmesi gereken yerler. O çevreye gittiğinizde zenginliğin ne demek olduğunu anlıyorsunuz. İyi ki zengin değilim dedim kendi kendime, hayattan zevk alacak o kadar çok şeyim var ki, bu kadar para, pul insana doyumsuzluk getirebilir, gerek yok. Monako’ da bir çok şeyden vergi alınmıyormuş, bu da sıcak parayı çekiyor işte. Monako nun denizi fena değil, daha iyi yerler görmüştü elbette, zaten çok kalabalık. Monaca tepeler üzerine kurulmuş bir yer, böyle olunca az alanı iyi kullanabilmek için yüksek yüksek binalar yapmışlar. Harita üzerinde bakıldığında 2 nokta arası kısa bir mesafe gibi dursa de, 3. boyut devreye girdiğinde ulaşım bir hayli zor, bunu da şehir içine asansörler koyarak çözmüşler. Plaja inmek için asansöre falan biniyorsun, güzel düşünülmüş. Monako’ da görülmesi gereken bir yer de eski şehir içindeki palas ve katedral. Zamanın da Monako Prensi ile evli olan Grace Kelly Monaco’ nun en önemli objesi durumunda, onun mezarı da bu katedralin içerisinde, evlilikleri de 1956 yılında bu kilise de evlenmişler zaten. Görkemli bir yapı.
 

Menton’ da kalırken bir de Nice e gidebilirsiniz, biz de öyle yaptık ve geçen sene gitmiş olmamıza rağmen bu güzel şehre bir kez daha uğradık. Nice trenle 40 dakika, otobüsle 1.5 saatlik bir mesafede, otobüs 1 euro tren ücreti ise 5.5. Nice biraz İtalya biraz Fransa kokan bir yer. Çok güzel bir şehir, sokaklarında dolaşmaya bayılıyorum, bir kafede oturup Pastis içmek, etrafı seyretmek, pazarından meyve almak, parklarında gezmek harika. Denizinin rengi eşsiz, ama plajı taşlı ve deniz genelde dalgalı ama uçsuz bucaksızmış gibi görünen bir mavilik size sonsuzluk hissi veriyor. Turist trenine binerseniz sizi tepedeki orman bölgesine çıkartıyor, burada 1-2 saatlik bir huzur sonrası tekrar şehrin akışına bırakabilirsiniz kendinizi. Nice’ de size çok güzel bir restoran tavsiye edeceğim. Adı “Du Gesu” (1 Place Jésus), çok guzel bir kilisenin yanında. Mutlaka dolaşırken farkedersiniz zaten burayı. Başka hiç bir yer aramayın hem fiyatları ucuz hem de yemekleri harika, özellikle pizzaları, emin olun böylesini daha yemediniz. Bir miktar sıra beklemeniz gerekebilir. Biz de zaten burada yemek faslını biraz fazla uzattık ve Menton’ a giden son treni kaçırdık, Nice te bir otel bulup çadırımızdan uzakta gecelemek zorunda kaldık (70 euro). Nice’in sabahları kurulan pazarını da es geçmemek lazım, harika meyveler ve sebzeler başdöndürücü güzellikte, rengarenk.

Biz Cannes’ a Menton’ da kalırken gittik. Begeneceğimizden emin değildik. Eğer siz de aynısını yaparsanız, otobüsle Menton’ dan Nice ve oradan da Cannes a toplam 2 Euro ve 2,5 saat, ama tren ile giderseniz 9 euro ve yaklaşık 1 saat. Cannes’ a geldiğimiz de belki yorgunluğumuzdan belki aşırı sıcak ve kalabalıktan çok beğenmedik, ama daha sonra biraz sokaklarında kaybolduk ve güzel bir yer olduğuna karar kıldık, öyle ki ertesi gün burada bir otelde kalıp daha detaylı gezmeye karar verdik. Cannes içinde önemli yerleri gezdiren ufak turist trenine binip 1 saatlik bir gezi yaptık, daha sonra buraları yürüyerek gezdik, güzel ufak lezzet duraklarında molalar verdik, Cannes Film Festivalinin kırmızı halısı üzerinde fotoğraf çektik, denizine girdik. Çok güzel bir plajı var ama anababa günü. Sokaklarında gezerken alışveriş yapmamak için kendinizi zor tutacaksınız, hatta tutamayacaksınız. Her keseye hitap eden çeşit çeşit ürünler, esnaf tarzı dükkanlarda satışa sunuluyor. Belki şaşıracaksınız ama Cannes bize diğer gezdiğimiz yerlere göre ucuz geldi. Herkes Cannes’ın ününü duymuştur ama ben size eğer buraya gelirseniz Antibes’ e gitmenizi önereceğim. Yaklaşık 15 dakkalık mesafede çok zengin bir turizm bölgesi. Ziyaret etmeden geçmeyin. Antibes’ te de küçük trene binip 1 saatlik bir tur yaptık, tur sizi Juan Les Pins’e götürüyor, burada inip daha sonra başka bir tren ile tekrar Antibes’ e dönebilirsiniz. Antibes de, Juan Les Pins de deniz görmek için çok ideal. Antibes’ in pazarı (Marche du Provence) şu ana kadar gördüğüm en zengin içeriğe sahip. Mutlaka ziyaret edilmeli.

Cannes ve çevresinde bu kadar uzun süre kalınca, sonraki duraklarımız Toulon, St. Tropez ve Hyeres’i atlamak durumunda kaldık. Son 3 günümüzü havanın da biraz bozmuş olmasını bahane gösterip şehir turlarına ayırmaya karar verdik ve Provence bölgesinin 2 güzel şehri olan Marsilya ile Aux de Provence’ yi gezdik. Zaten uçağımız Pazartesi sabahı Marsilya’ dan kalkacaktı.


Menton Portakal Festivalinden bir goruntu. Bu resim "http://annu-journal.blogspot.com" sitesinden alintidir.

Marsilya çok büyük bir liman şehri, geniş caddeler, kalabalık sokaklar, akmayan trafik bana bir çok kez İstanbul’ u anımsattı ve çok beğendim. Kendimi İstanbul’ un Eminönü, Taksim İstiklal Caddesi, Beyoğlu semtlerinde hissettim zaman zaman. Limanı hayli büyük, alabildiğine yat ile dolu, denize paralel baktığınızda binlerce yelken direği görüyorsunuz. Limana paralel kafe ve restoranlar sürekli dolu, insanlar birşeyer içip neşe içinde sohbet ediyorlar. Seviyorum bu manzaraları. Sokaklarda gezerken bir şapkacı dükkanına girip alışveriş yaptık. Uzun zamandır aklımızdaydı buralardan birer şapka almak. Ben şapka, Barış da süslü bir toka aldı kendine. Bu şapkadan sonra giyim alışkanlıklarımı değiştirmem gerekecek, kendime yeni bir stil yaratmalıyım. Göz alışkanlığı mıdır bilemiyorum ama benimle beraber alışveriş yapan bir adam onlarca şapka denedi ve ne denese yakıştı, ben ise ne taksam bir garip durdu. Sonunda bir tanesinde karar kıldım. Gözümü alıştırıncaya kadar giyeceğim artık.



Gittiğimiz yerlerden anne babalarımıza kart atmak gibi bir alışkanlığımız var. Bu tatilimizde de Cinque Terre, Monaco (Grace Kelly Pullu) ve Marsilya’ dan kart göderdik, bakalım ne zaman ellerine ulaşacak. Benim bir de gttiğimiz yerlerde berbere gidip saç traşı olmak gibi bir alışkanlığım vardı ama bu sene bunu yerine getiremedim.

Read more...

Pazar, Ağustos 01, 2010

Tatildeyiz - 4

Pisa’dan trenle Cinque Terre’ ye geçtik, 5 şirin köyden oluşan bu bölge UNESCO Dünya Mirası Koruma listesinde. Zaten buraya geldiğinizde anlıyorsunuz her şeyin nasıl korunduğunu. Harika bir denizi olan bu bölgede sahil kenarında güzel ve renkli evlerinde buranın köylüleri yaşamakta. Turistler ya çok az sayıda olan küçük otellerde kalmak durumunda ya da buraya trenle botla veya yürüyerek gelmek durumunda. Köylerde büyük işletmeler yok genelde buranın yerel halkı mütevazi dükkanlarında satışlarını yapıyor. Her yer renkli ağaçlar ve çiçeklerle süslenmiş ve ufak limanda güzel balıkçı kayıkları var. 

Biz Cinque Terre’ye en yakın olan Lavanto’da Cinque Terre isimli kampta 5 gün kaldık. Kamptan çok memnun kalmadık açıkçası. Ama işimizi gördü, günlük 2 kişi bir çadır 23.5 Euro verdik. Cinque Terre; Monterosso, Vernazza, Corniglia, Manarola ve Riomaggiore isimli 5 köyden oluşan bir milli park. Biz ilk gün tren ile ulaşımı kullandık, sonraki günler ise burada mutlaka yapılması gereken yürüyüş parkurlarıyla köyler arasını dolaştık. İlk gün toplamda 6 saat yürüdük, Monterosso-Vernazza-Corniglia arasını. Bu kısım en zorlu parkur. Orman içerisinde, dik yokuşları yürüyorsunuz ve harika bir manzara size eşlik ediyor. Doğal park olduğu için bilet almanız gerekiyor, günlük 5 euro vererek bir Cinque Terre kartı alıp müzelere ücretsiz girebilir ve bu yürüyüş parkurlarını gezebilirsiniz. 19.5 Euro verirseniz bunlara ilaveten tren ve bottan da faydalanabilirsiniz. Biz bot kısmını son gün yaptık. Eğer uzun ve zorlu parkuru yürümek istemezseniz bile mutlaka en azından Manarola – Riomaggiore arasındaki yolu yürüyerek geçin hem zorlayıcı değil hem de 30 dakika sürüyor. Bu yolun ismi Via dell’ Amore (Aşıklar Yolu), sanırım ismi kendisini anlatmak için yeterli. 5 köyün de denizi çok güzel, çarşaf gibi. Yemekler de güzel ve çok pahalı değil. 

Cinque Terre’de iken La Spezia şehir merkezine ve oradan otobüsle yarım saatlik mesafede Porto Venere’ ye gittik ve denize girdik. Burada iken yapabileceğiniz bir alternatif olablir. Ama çok zamanınız yoksa burayı es geçebilirsiniz. Es geçmemeniz gereken yer ise Portofino olmalı. Ne yapıp edin burayı görün. Levanto’dan trenla Santa Margerita, oradan da bot ya da otobüsle (bot 5.5 Euro, otobüs 1 euro – biz botla gidip otobüsle geldik) Portofino’ya gidiyorsunuz. Rehber kitabımızın uyarısına göre Portofino çok pahalı bir yer ve Santa Margarita’da yemeli, içmeli ya da alışveriş yapılmalı imiş, biz de bu uyarıyı dikkate aldık elbette. Portofino sosyetenin uğrak yerlerinden biri, zaten limana girer girmez gördüğünüz yatlar bunu kanıtlıyor, İtalya’nın Göcek’i gibi bir yer. Harika bir parkı var mutlaka gezilmeli, otobüsle dönüş yolunda Portofino plajında denize girdik. Bu satırları yazana kadar ki dönem içerisinde girdiğimiz en güzel denizdi. Cinque Terre’de kampta Kanada’da yaşayan İranlı bir çiftle tanıştık. Kadın çocukken İran’dan kaçıp gidenlerden, kocası da sanırım benzer şekilde İran’dan ayrılmış ve Fransa’da tanışmışlar. Şimdi Kanada’da yaşıyorlar. Avrupa turuna çıkmışlar, Amsterdam’a uçakla gelip karavan kiralamışlar, İspanya, İtalya, Hırvatistan, Slovenya öyle geziyorlar. Muhabbetimiz döndü dolaştı ve İran konusuna geldi. Adam bana Atatürk’ten bahsetti, ne kadar şanslı olduğumuzu vurguladı. Atatürk’ün o dönem İran ile olan ilişkileri ve Şah Rıza’nın Atatürk’ün izinden gitmeye çalışmasını anlattı. Sonra başa gelen oğlu herşeyi batırmış, yoksa İran da Türkiye gibi olabilirmiş. Gururlandım bunları dinlerken. Yani daha doğrusu bizden olmayan birinden bunları dinlemek beni gururlandırdı. İran için de üzüldüm, daha doğrusu aslında hep üzülüyorum. Benim çok denilecek kadar İranlı arkadaşlarım oldu ve hepsi İran’dan kaçıp gelenler. Hepsi de çok iyi insanlar, sizler bizler gibi, ama bir şekilde ülkelerinden kopmuşlar, koparılmışlar farklı düşündükleri için. Neyse şimdi tatil yazısında bunlardan bahsetmek istemiyorum belki sonra, başka bir yazıda. İşte böyle hızlıca geçti gitti 5 gün.

Bir sonraki durağımız sadece 1 gün kaldığımız Cenova idi. Levanto’dan 1.5 saatlik bir tren yolculuğu sonrası güzel bir liman kenti olan Cenova’ya vardık. Rehber kitabımız Cenova için, “ilk gördüğünüzde buradan hemen gitmek isteyebilirsiniz ama bir şans verin” diyordu. Gerçekten de trenden indikten sonra merkeze gidene kadar geçen 20 dakikalık yürüyüş tedirgin ediciydi. Her an başımıza bir şey gelebilir endişesini taşıyarak geçti yürüyüşümüz. Ama sonrasında alıştık, ana merkeze de çıkınca biraz daha İtalyan şehri havasına büründü Cenova. Sokakları labirent gibi, dar ve nereye çıkacağını kestiremiyorsunuz, kaybolmamak imkansız. Biz de bir kaç defa kaybolduk zaten. Yine rehber kitabımızın tavsiyesi ile akşam gittiğimiz trattorio bugüne kadar yediğimiz en güzel akşam yemeği faslını yaşattı bize. Trattoria da Maria (Vico Testa d’Oro No 14). Bulmak için epey çaba sarfettik, ıssız bir sokağa girdik, tabelasını gördük, dışarıdan bakıldığında kapalıymış gibi geldi bize, ama içeri girince buram buram yemek kokusu, bağıra çağıra konuşan insanlar, vızır vızır ellerinde dolu tabaklarla geçen garsonlar bize sanki kapıyı açınca başka bir dünyaya geçmişiz hissi yaşattı. Kapıdan girince mutfağı görebiliyorsunuz, bildiğin ev tencerelerinde (daha doğrusu kazan) yemekler pişiyor ve tencerenin dibini görene kadar lokanta açık kalıyordu ki 2-3 saate herşey bitiyor zaten. Kimse ingilizce bilmiyordu ama başarılı bir şekilde siparşimizi verdik. Harika yemekler ve salatalar yedik, enfes bir şarap içtik ve yüzümüz güleç ayrıldık oradan. Hamsi salatası, Ahtapot salatası, Şinitzel, Pestolu Spagetti, Patates Kızartması, Hamsi Tava, 2 tane yeşil salata, 1 adet Tiramisu benzeri tatlı, enfes bir beyaz peynir ve yarım litre beyaz şarap için toplamda 37 Euro verdik. Yani anlayacağınız boğazımıza olan düşkünlüğümüz, Cenova' nın kültürel aktivitelerini bir kennara itmemize neden oldu. Belki buraya 2 gün ayırmalıydık, bir daha ki sefere artık.

Read more...

Salı, Temmuz 27, 2010

Tatildeyiz - 3

Pisa’ya geçen yıl da gelmiştik, yolculuğumuzun son durağıydı. Bu sene geliş nedenimiz tatilimize geçen sene kaldığımız yerden devam etmek değildi elbette. Güney Fransa ya da İtalya’nın Toskana bölgesine yakın bir yerinde uygun uçak bileti bulmaya çalışarak tatilimizi planlamıştık. Buna göre en uygunu Pisa’ya gelip Marsilya’dan dönmek oldu. Şansımıza Gogol Bordello’nun Pisa’da bizim geldiğimiz dönemde bir konseri olduğunu öğrenince konser biletini hemen aldık. Hem geçen geldiğimiz ve çok beğendiğimiz Pisa’yı bir kez daha gezecek hem de güzel bir konsere gidecektik. 

Pisa benim çok sevdiğim şehirlerden biri, bana küçük Roma gibi geliyor. Sokaklarında amaçsızca gezmek, gördüğümüz küçük kafelerde molalar vermek, pazarlarını gezmek, insanları seyretmek, güzel yemekler yemek, binaları incelemek her şey huzur verici burada. Pisa’nın benim için ayrı bir önemi de Pana Cotta tatlısını burada keşfetmiş olmamdı. Geçen sene girdiğimiz pastanede (Salza – buradaki her şeyi yemek isteyebilirsiniz) üzerinde böğürtlen reçeli gibi bir şey olan beyaz tatlıyı denemiş ve tadı damağımızda kalmıştı. Pana Cotta o zamandan beri her İtalyan lokantasında menüde ilk aradığım şey olmuştu. Hatta Amsterdam’da bile bulduk yapan yer. Tarifi de çok basit aslında (google). Krem karamele benziyor, çilekli, çikolatalı, böğürtlenli, karamellisi de yapılıyor ama ben frambuazlı olanına bayılıyorum. Aklınızda bulunsun mutlaka tadın. 

Pisa’da herkesin bildiği meşhur Pisa Kulesi var, elbette orada fotoğraflar çektik, ama ben en çok kule ile beraber değişik pozlar vermeye çalışırken şekilden şekilde giren insanları seyretmeyi seviyorum. İnsanların yaratıcılıklarına şapka çıkartmam gerek, yaptıkları hareketler Pisa kulesinin ilginçliğini gölgede bıraktıran cinsten. Biz bu sene normal bir fotoğraf ile yetindik. Akşam oldu ve biz açıkhavada yapılan Gogol Bordello konseri ile coştuk. Erkenden gittiğimiz için en önde izledik konseri. Gogol Bordello “Çingene Punk – Gypsy Punk” yapan bir grup, kendisini bu sene Amsterdam’da Barış’ın bir arkadaşı sayesinde keşfetmiştik ve aylardır da dinliyoruz, dinlemek ne kelime şarkılarını bağıra çağıra söylüyor ve zıplayarak dans ediyoruz. Konserinde de aynı şekilde zıplayıp durduk, çılgın Pisa gençleri bayağı hopladı, Gogol Bordello da bizleri 2 dakika hareketsiz bırakmadı, epey bir yorulduk. Grubun tüm elemanlarını ayrı ayrı beğendim, her birinin kendine has özellikleri var. Şarkılarında faşizme, ırkçılığa, göçmen haklarına dair mesajlar da veriyorlar. Solistleri Eugene Hütz inanılmaz biri, daha evvel bir filmde izlemiş ve çok beğenmiştik. İngilizce aksanı çok hoş. Aslında Ukraynalı, ama anneanne tarafından Roman, yani çingene kanı var. Ukrayna’ dan Macaristan, İtalya, İngiltere’ye ve son olarak da Amerika’ya göç etmişler. O nedenle tam bir göçmen hakları aktivisti. Yeni albümleri dolayısı ile şu an dünya turundalar, her gün bir yerde konser veriyorlar. Tatilimizde yaptığımız en eğlenceli anlarından biriydi, keşke yine gidebilsek. İstanbul’da Kemancı, Ankara’da Gölge Bar ya da Manhattan’da kurtlarımızı dökerdik biz rockçılar. Son yıllarda clubber müzikler yüzünden böyle aktivitelerin sonu mu geldi diye düşünür olmuştum. Ama buradan haykırıyorum tıpkı Sibel Kekili ve Birol Güven’ in Duvara Karşı filminde haykırdığı gibi; Punk is not dead!!


Read more...

Pazar, Temmuz 25, 2010

Tatildeyiz - 2



En son nerede kalmıştım, evet Pisa’ya doğru yola çıkmıştık. Pisa’ya iner inmez, Floransa trenine bindik. Amacımız 2 gün Floransa’ yı gezmek ve sonrasında sabırsızlıkla beklediğimiz Gogol Bordello konseri için Pisa’ ya dönmekti. Pisa – Floransa arası trenle yaklaşık 1 saat sürüyor ve bilet kişibaşı 5.5 euro. İtalya’ nın trenlerine hastayım, görüntüleri 2. Dünya savaşından kalma gibi ama oldukça hızlılar ve hemen hemen her yere tren mevcut, her yeri demir ağlarla örmüşler tıpkı bizim Cumhuriyetin 10. Yılında olduğu gibi, biz sadece demir ağları unutmuşuz 10. yılımızdan sonra. Hiçbir zaman önceden bilet almıyorsunuz tren için (bu gerçi Avrupa’nın her yerinde mevcut bir sistem). İstasyona geldiğiniz de genelde biletinizi alıp sıradaki trene binip gideceğiniz yere yola koyuluyorsunuz. İstanbul-Ankara arası haftalar öncesinden tren bileti için koşuşturmalarım geliyor böyle durumlarda aklıma. Sonuçta hep otobüsle gitmek zorunda kalırdım. Şu anda da bu satırları Levanto’dan Cenova’ya giden trende yazıyorum. Diyorum ya son 3 yıldır üniversite döneminde yapamadığım InterRail’in acısını çıkarıyorum tatillerimde. 

Floransa’ya varır varmaz otobüse atlayıp kalacağımız kamp alanına doğru yola çıktık. Floransa’yı tepeden gören bir yerde, harika bir kampta kaldık (Camping Michelangelo). Burası bugüne kadar kaldığımız en güzel kamplardan biriydi. Kamp yapanlar için her şey düşünülmüştü ve kantin bölgesi cıvıl cıvıl genç insan kaynıyordu. Burada tanışıp arkadaş olan, beraber şehirleri gezen, birbirlerinin kültürlerini tanıyan gençler. Biz de birkaçıyla tanıştık, sohbetler ettik, çok hoşuma gidiyor yeni insanlarla tanışmak, sohbetlerini dinlemek, farklı dünyalar görmek. Kamp alanında bir de pano vardı burada tanışıp evlenmiş insanlara ait resimler vardı. 2 kişi ve 1 çadır için günlük 22 euro ödedik, 2 gün burada kaldık. Çadırımızın çivilerini evde (ya da başka bir yerde, henüz bilmiyoruz) unuttuğumuzu farkettiğimizde bir an için endişelenir gibi olduk ama ben sert dallar vasıtasıyla çadırı sabitlemeyi başardım. Sonrasında zaten kampın marketinde çadır için çivi satıldığını farkettik ve sonraki çadır kurma faaliyetlerinde eziyetten kurtulduk. Aslında bu kamp olayı acayip hoşuma gidiyor ve ileride karavan ile kamp yapabilirsek çok mutlu olacağım şimdiden düşüncelere beşladım zaten bakalım ya nasip diyelim. 

Floransa çok güzel bir şehir, her tarafından sanat-tarih fışkırıyor, sıradan apartman daireleri bile öyle güzel inşa edilmiş ki sanırsın Da Vinci burada yaşamış. Gezilecek tonla yer var, burada hepsini anlatmaya kalksam ne vaktim ne gücüm yeter. Size resimlerle burayı tanıtmak daha uygun olacaktır sanırım. Bir de Floransa için değil ama genel olarak İtalya için yemek yeme ile ilgili bir iki bilgi vermekte fayda var. Biz güne bir barda güzel bir kahve ve yanında bir panini yiyerek başlıyoruz, daha sonra mutlaka halk pazarına gidip taze yaz meyvalarından alıp, hemen hemen her sokak başında bulabileceğiniz bir çeşmede bunları yıkayıp, mideye indiriyoruz. Mutlaka yolumuzun üzerinde gördüğümüz bir “forna”ya (fırın) uğrayıp çeşit çeşit “focaccio” lardan (pizzamsı ekmek) gözümüze kestirdiklerimizi toplayıp yiyoruz, harika oluyorlar inanın. Akşam yemeği için ise büyük çoğunlukla bir Trattoria (İtalyan Aile ya da Halk Lokantası) ya uğrayıp güzel ev yapımı İtalyan yemekleri yiyip ev şarabı içiyoruz. Kesinlikle restorana gidip turist menülerinden yemeyin derim ben, dediğim gibi İtalyanlarla beraber onların akşam yedikleri yemeklerden tatmalı, inanılmaz lezzetli ve de ucuzlar. Yarım litre şarap 2.5 euro. Ayrıca yanınızda bir de Lonely Planet kitabı olursa hangi trattorio nerede tavsiye ediliyor ona göre bir seçim yapabilirsiniz. Lonely Planet o kadar önemli ki, tavsiye ettiği trattorioları yolda yürüyerek bulamazsınız. 

Genel de ara sokaklarda, in cin top oynayan yerlerde, normalde hiç girmeyeceğiniz mahallelerde enfes yerler tavsiye ediyor. Lokantaya bir giriyorsunuz ve bağıra çağıra konuşan İtalyanlar arasında hiç İngilizce bilmeyen garsonlara yemek ısmarlamaya çalışıyorsunuz, ama o kadar lezzetli yemeklerle sonlanıyor ki geceniz, mutlu mesut otelinize dönüyorsunuz, o yüzden hayalkırıklığı yaşamamak için tavsiyem mutlaka bir rehber kitap edinerek gidin. Yolunuz Floransa’ya düşerse gitmek üzere size hemen bir trattoria tavsyesi ama burası sadece 14’e kadar açık yani öğlen yemeği için uğrayabilirsiniz; Mercato Centrale San Lorenzo çarşısı içerisinde Nerbone isimli şirin ve nezih yer. Salataları ve Cuma günü gittiyseniz balıkları çok güzel. Karnım acıktı daha fazla devam edemeyeceğim, Pisa ve muhteşem Gogol Bordello konserini anlatmadan önce kısa bir mola. Umarım daha sık kablosuz internet bulurum ve daha sık bloguma güncel tatil bilgilerini aktarırım.


Read more...