"I should not talk so much about myself if there were anybody else whom I knew as well." - "Eğer bir başkasını daha iyi tanıyor olsaydım, kendimden bahsetmezdim." - Henry David Thoreau

Çarşamba, Ekim 27, 2010

Sapere Aude II


Gerçekleri görmeni engellemek için gözlerinin önüne çekilen bir dünya bu.
Ne gerçeği?
Bir köle olduğun gerçeği Neo.
Sen de herkes gibi bir köle olarak doğdun.
Dokunamadığın, tadamadığın ya da koklayamadığın bir hapishanedesin.
Aklının içi bir hapishane.

It is the world that has been pulled over your eyes. to blind you from the truth.
What truth? That you are a slave. Like everyone else, you were born into bondage...
born into a prison that you cannot smell or taste or touch.
A prison for your mind.

Yazıma The Matrix filmindeki Morpheus' un Neo' ya Matris' in ne olduğunu tanımladığı diyalog ile başladım. ama fılmden bahsetmeyeceğim elbette. Hatırlarsanız Sapere Aude! yazımda aklımızın başkalarının kılavuzluğu başvurmaksızın kullanılmasının önemine bir giriş yapmıştım. Bu yazımda konuya biraz daha özel bir açıdan bakmaya çalışacağım.

Evet, gerçekten de bir matris in içerisinde yaşıyoruz bir açıdan baktığımızda. Her şey programlanmış ve bizlere bu programlar doğumumuzdan itibaren yükleniyor. Tabi mecazi konuşuyorum. Ama neredeyse birer robot gibiyiz bu dünyada kendimizi insan sanan. Neden böyle düşündüğümü biraz anlatmaya çalışayım, ama daha derinlere inmeden önce önemli bir uyarı da bulunmak istiyorum, vereceğim örneklerin ya da anlatacağım olayların iyi ya da kötü olarak algılanmasını istemiyorum. Yani burada eleştirir gibi verdiğim örnekler kimileri için iyi kimileri için kötü olarak yorumlanabilir. Bu sadece sizlerin olaya nasıl baktığı ile ilgili.

Şimdi neden böyle programlanmış bir hayat yaşadığımızı biraz açıklamaya çalışayım. Elbette hayatımın büyük bölümü Türkiye' de geçtiği için örneklerim Türkiye' den olacak ama hemen hemen dünya üzerinde her yerde benzer örnekler var. Nasıl bir programlamaya maruz kalacağımız doğmadan önce belirleniyor tamamen tesadüfi olarak. Doğduğun ülke, yaşadığın çevre, aile, tüm bunlar sana yüklenen programı yeri geldiğinde yamalarla düzenliyor ve sen de sonraki kuşaklara programın bir üst ve daha iyi versiyonunun yüklenmesine yardımcı oluyorsun. Bilişim sistemleri ile uğraşan birinden beklenen cümlelerle konuyu batırmak niyetinde değilim merak etmeyin.

Düşünün şimdi dünya üzerinde belki de yüzlerce din var. Büyük çoğunluğumuz doğduğumuz ülkeye göre otomatikman bir dine mensup olarak başlıyoruz hayata. Sonra yatıp kalkıp dua ediyorsun iyi ki annem babam  bu dine inanıyorlar diye. Neden, çünkü bizim dinimiz en son ve en doğru din. Bir başkası bambaşka bir ülkede doğuyor ve ona yüklenen program da din alanında ki değer sözgelimi Yahudi oluyor, o da ömrü boyunca yatıp kalkım dua ediyor iyi ki böyle olmuşum diye, ve herkes kendinden farklı olan için bir miktar üzülüyor doğruyu göremedikleri için, bunu dünya üzerindeki her dine uygulayabilirsiniz. Yani aslında dünyanın tamamı halinden memnun, herkes öldükten sonra ona bahşedilen yere gidecek, ya da dini ne diyorsa onu görecek öbür tarafta. Ne güzel.

Bir de şöyle söylemler oluyor; "Herkes doğruyu arayıp bulmakla yükümlüdür, hiç bir şekilde kimse zorla kimseye dayatma yapamaz, araştırılırsa en doğrusunun bu olduğu görülecektir, herkes çocuğuna, ailesine, kendinden olmayana dinini öğretmekle mesuldür vs vs vs", ama hepsi aynı kapıya çıkmıyor mu? Her yer de hemen hemen böyle olmuyor mu? Üstelik kim neyi niye araştırsın ki herşey hazır olarak bize verilmiş nasılsa. 5-12 yaş arasında bir çocuğa sen bu programı verirsen, nasıl bir araştırma, sorgulama beklersin ki. Eğer inandığımız şeyler gerçekten doğruysa, bunu bir seviyeye geldikten sonra insan zaten farkedecek ve tercihini yapacaktır. Yeter ki beyinleri küçüklükten itibaren köreltmeyelim. Yani inanmadan önce bilmek gerekliliğinin altını çizmek gerekiyor.

"Emanuel Kant, kişinin kendi kaderini kendinin belirlemesini özgürlük olarak tanımlamıştır, ve kişinin özgür olup, diğer herkesin de en az kendi kadar özgür olmasını istemesini, toplumda eşitliğin sağlanması olarak görür. Birbirimizle olan ilişkilerimiz ve kendi aklımızla hükmettiğimiz hayatımız bize özgürlüğü getirecektir, oysa ki dünya aydınlanma yaşamamış, kendi aklımızın ve eylemlerimizin değil dış etkenlerin hayatımızı belirlediği bir esaret altındadır."

Ateistleri ya da Agnostikleri atladığımı düşünebilirsiniz. Onlar şans eseri (ya da şansızlık nasıl baktığınıza göre değişir) programlanamayan insanlar. Bu grup bana daha samimi geliyor çünkü seçimlerini belli sorgulamalar neticesinde kendi başlarına yaptıkları için. Diyebilirsiniz ki herkes her yaşta programlanabilir, bu grubun pek farkı yok. Bence var, sorgulayarak belli neticeler elde edilebilir. Ne yapacağız yani bu yaştan sonra din mi değiştireceğiz ateist mi olacağız demeyin, sadece sizden sonraki nesillere tercih şansı tanıyın.

Din programlaması insan hayatında büyük öneme sahip ama tek başına yeterli değil. Bunun yanında politika, milliyetçilik, tarih programlamaları da yapılması gerekiyor. Bu sebeple gençliğimiz masallara ayrılmış. Dediğim gibi dünyanın büyük bir bölümü tahminimce bu şekilde besleniyordur. Ben ilkokulda okurken dünyanın %99 unun müslüman olduğunu ve Türkiye' nin dünyanın en güçlü ülkesi olduğunu düşünüyordum , eminim sizlerin de benzer tecrübeleri olmuştur. Düşünsenize bize anlatılanlardan sonra kim başka bir dini ister ki. Ancak beyinleri yıkanmışsa küçük yaşta bizim gördüklerimizi göremezler! Masallarla büyüdük dedim, nedir bu masallar? Türkiye'nin stratejik açıdan dünyanın en bi önemli yerinde bulunuyor olması, iç ve dış düşmanlarımızın çokluğu, kendi kendine yetebilen 7 ülkeden biri olmamız (diğer altısı?), ve buna benzer bilgilerin ışığında oluşurduğumuz durum. Türkün Türkten başka dostu yoktur, bir Türk dünyaya bedel vs gibi bir çok yanıltıcı, insan değil milliyet kavramlarını övücü sözlerle yoğrulup belli bir seviyeye getiriliyoruz. Hala daha "1. Dünya Savaşı'nda Almanlar yenilince biz de yenik sayıldık" diye düşünen arkadaşlarım var benim. 1. Dünya Savaşı'na giriş nedenimizi hatırlıyor musunuz peki! Yani ne savaşa girişimizde bizim bir suçumuz ne de savaşın neticesinde bizim yenilgimiz sözkonusu. Yakın tarihimizi böyle bilirsek, Osmanlı için ne düşüneceğiz ki!  Yakın tarihine bu kadar uzak olmak insanı üzüyor. Herkesin geçmişini bilip dersler alması çok ama çok önemli olmakla beraber eğer yanlı bir tarih öğreneceksek nasıl ders çıkarırız yaptığımız hatalardan! Aşağıdaki anlamlı alıntı benim belki de en sevdiğim köşe yazarı olan Yıldırım Türker' in Bertrand Russell ile ilgili bir yazısının sonuç kısmından, yazının tamamı için buraya tıklayın.

“Okullarda çocuklara okutulan tarih kitaplarının o ülkenin tarihçileri tarafından değil, başka bir ülkenin (hatta düşman ülkenin) tarihçileri tarafından yazılmışlardan okutulması önerisi dinleyenin kulağını sızlatabilir, ama ‘tarih’ işte o zaman yıllar süren ve hep ‘bizim’ kazandığımız kanlı bir savaş (masal) olmaktan çıkar... İşte o zaman bize karşı pencereden bakan komşunun ‘öcü’ olmadığını, onun da bizim gibi aşamalardan (okullardan) geçip tam da devletinin istediği gibi bir koyun (pardon özür diliyorum.. tamamen ‘vatandaş’ demek istemiştim oysa) olduğunu ve tarihte kazanan büyük hükümdarın ‘savaşlarda galip gelen değil’ aksine halkına ‘en uzun barışı’ yaşatan küçük insanlardan olduğunu öğrenirdik.. ve lâkin mürekkeple değil kanla yazılıyor tarih dünyanın bütün devletlerinde.”

Read more...

Pazar, Eylül 26, 2010

Evet + Hayır + Boykot = Türkiye

Daha önce Hollanda'daki seçimler ve sonuçları ile ilgili birşeyler karalamıştım burada. Hollanda' da seçimler biteli yaklaşık 110 gün oldu, ortada hala daha bir hükümet yok. Peki vatandaş bunu hissediyor mu? Geleceğinden kaygılı mı? Ülke başıboş nereye gidiyor diyen var mı? Yok! Haftaiçinde önceki hükümetin finans bakanı yeni hükümetin daha iyi çalışması için bütçede büyük kısıntılara gitti ve yeni oluşacak hükümetin muhtemel başbakanı da bundan duyduğu memnuniyeti dile getirdi. Yani enkaz devraldık diye bir laf duymayacağız, herkes ülkesi için çalışmaya gayret ediyor.

Muhtemelen en az 3 partili bir koalisyon olacak, 110 gündür partiler bir araya gelip üzerinde fikir birliği sağlayacakları çalışma planı üzerinde anlaşmaya çalışıyorlar. Dikkat edin koalisyonu oluşturacakları sayısal model üzerinde değil, koalisyon hükümetinin çalışacağı konular üzerinde çalışılıyor. Yani hükümet kurulduğunda herkes ne tür yasalar çıkacağını, nasıl bir programa bağlı kalınacağını bilecek, o yüzden 110 gündür konuşuyorlar. Böyle bir durumun Türkiye' de gerçekleşme ihtimali herhalde yoktur. Kimisi ben Kürtlerin partisi ile masaya oturmam der, kimisi ben dincilerle masaya oturmam der, kimisi türban karşıtları ile masaya oturmam der, sanki Türkiye' de başka insanlar yaşıyormuş gibi. Hadi diyelim masaya oturdular, asıl o zaman tantana kopar zaten, herkes önce bir rest çeker, benim milletvekili sayım daha büyük, yok efendim seninki büyük ama benimki daha işlevsel, yok yok sizler sayıca çoksunuz ama ben olmadan iktidar olamazsınız diyerek herkes silahlarını gösterir, sonra sömürülecek bakanlıklar birer birer paylaşılır ve rakamı tutturan bir koalisyonumuz olur, kısa süreli de olsa herkes mutlu mesut gider. Hollanda' da olduğu gibi hükümet kurma çalışmaları uzun sürerse, medya kuruluşlarımız aldıkları talimat doğrultusunda insanları provoke etmeye başlar ve ülkenin başıboşluğu meselesi ortaya çıkar, sonra yeni seçimler, darbeler (neyse ki kelime dağarcığımızdan çıktı gibi artık), kaos vs bizi bekler. Siyasetin, ordunun, medyanın sadece ülkenin birer çalışma organı olduğunu ne zaman göreceğiz? Niye bu kadar önemliler hayatımızda? Niye biz hiçbir şeyden memnun olamıyoruz? Niye bunları kendi hallerine bırakamıyoruz? Bu insanlar sadece işlerini yapsa, siyasetçiler bizim işlerimizi kolaylaştıran yasalar çıkarsa, medya bizleri yönlendirmeden haberlerini verse, çıkar ilişkileri olmasa, herkes ülkesi için çalışsa... Bu işler futbol maçları gibi zaten, ne kadar çok ilgilenirsen o kadar körleşiyorsun ve daha çok savunuyorsun. Klüp liderlerinin birbirleri ile dalaşmaları size siyasetçilerin birbirlerine olan söylemlerini anımsatmıyor mu? Ne kadar çok bağırırlarsa, o kadar taraftar topluyorlar. 

Türkiyemin gündeminde de uzun süre referandum vardı, bitse de kurtulsak artık dedik ama kurtuluş gözükmüyor. Futbol maçı öncesi, maç sırası ve maç sonu tartışmalı pozisyonlarını takip eder gibi insanlar konuya yoğunlaşmış durumdalar. Partizanca söylemler, karşılıklı atışmalar, küfürleşmeler, kavgalar almış başını gidiyor. Evetçi ve Hayırcı (boykotu geçelim şimdilik) diye ikiye bölündük tarihimizden ders almamış gibi. Oy kullanan insanların çok yüksek çoğunluğu neye Evet ya da Hayır dediğini bilmiyordu. İki taraf  da yönlendirildi (2 taraf bile demek içimi acıtıyor aslında). Maddeleri okuyup da Evet veya Hayır diyen azınlık kesimi bir kenara bırakırsak, geri kalanlar maalesef bir takım partizanca yönlendirmelere kurban gittiler. Aslında bunu da normal görüyorum, bu tip anayasa değişiklikleri, meclis içinde uzlaşmaya varılıp halledilecek konular olmalıydı, halka götürünce yazı tura atmak gibi oluyor bir nevi sonuçları. Şimdi 70 milyon bir araya gelmiş seçime gitmiş, 3-4 partiyi meclise sokmuş, çalışın demiş, 550 milletvekili bir araya gelip uzlaşacak bir ortam yaratamamışlar, birbirleriyle kavga etmişler, kırmızı çizgilerinden taviz vermemişler. Bu adamlar bu kavgalarını kalkmış halka taşımışlar, halk da daha çok birbirine girmiş, kavga, gürültü, patırtı, dostlar birbirleri ile konuşmaz olmuş farklı düşündükleri için, sanatçılar ayrılmışlar kendi aralarında, herkes saçmalamış, biraz argo olacak ama kısaca "imam osurursa cemaat sı..mış" durumu olmuş, işte referandum sürecinin özü budur. "Evet" dendi şeriat gelecek, "Hayır" dendi demokrasi gidecek hepsi palavradır, provokasyondur. Bu ülke huzura kavuşmak istiyorsa duygusal bağımlılıklarından taviz vermek zorundadır. Farklı kimliklerin, farklı dinlerin, farklı davranışların , farklı yaşam tarzlarının birarada olabileceği bir Türkiye olmak durumundadır. Milliyetçi, Dinci, Etiketçi söylemlerin unutulduğu, daha birleştirici, özgürlükçü ve uzlaşmacı yaklaşımların olduğu bir gelecek görmek ümidini hala taşıyorum. Bu bağlamda siyasi partilerimizin katedeceği çok yol var, ama ümitliyim. Siz de artık birbirinizi kırmaktan vazgeçip beraber yaşamayı öğrenin, bunu başaramıyorsanız da suçlu aramaya önce kendinizden başlayın.

Read more...

Cuma, Ağustos 06, 2010

Tatildeydik - 5


Yolculuğumuzun İtalya ayağını Cenova’ da bitirdik ve 2 saatlik bir tren seyahati sonrası Menton’ a vardık. Menton Fransa’nın Cote d’Azur (Mavi Kıyı) bölgesinin ilk önemli durak noktası. Planımıza göre Cote d’Azur da kalan 10 günümüzü geçirip Marsilya üzerinden Hollanda’ya dönecektik. Bu yazımda bu kalan 10 günlük seyahatimizi, gördüğümüz güzel yerleri anlatacağım.


Menton bizim ilk bakışta çok ama çok sevdiğimiz bir yer oldu. Burası daha çok emekliliğini yaşayan insanların tercih ettiği bir yer aslında. Zaten baktığınızda mutlu yaşlıların çoğunlukta olduğunu hemen farkediyorsunuz. Yemyeşil bir alan, ağaçlar arasında bahçeli güzel apartmanlar, her sokak lambasının yanında renkli renkli çiçekler, sağınız solunuz üzerinde binlerce meyveyi barındıran portakal ve limon ağaçları. Portakallar o kadar çok ki artık yerlere dökülmüşler. Menton zaten meşhur portakal festivali ile ünlü, biz gittiğimizde festival zamanı değildi ama ben bloguma bir tane festival resmi koydum sizler için. 351 basamak çıkarak vardığımız Menton’ un en tepe noktasında, muhteşem bir manzara eşliğinde bulunan kampa yerleşmemiz biraz zor oldu. Zaten geç varmıştık ve resepsiyon kapanmıştı, üstüne üstlük kamp tamamen doluydu, kapıdaki görevli ısrarla yer olmadığını söylüyordu, biz de çadırımızın çok ufak olduğunu, bir köşeye kıvrılacağımızı dillendirip duruyorduk. Sonunda kapıdaki diğer görevli halimize acımış olacak, köşede ağaç altında bir yer gösterdi. Biz yerimizi çok sevdik ve kalan 5 günümüzü bu kampta geçirdik. 5 gün bu kamptaydık ama hep Menton’ da değildik elbette. Zaten emekli olduğumuzda buraya yerleşeceğimiz için, sadece 1 gün burayı gezdik. Eğer Cote d’Azur a yolunuz düşerse Menton’ u es geçmeyin derim.



Menton, Monako-Monte Carlo’ ya tren ile 15 dakıkalık bir mesafede. Ayrıca otobüs de her 15 dakikada bir kalkıyor. Tren kişi başı 1.90 Euro 15 dakika sürüyor ve gayet konforlu, otobüs ise 1 euro, 40 dakikalık ezietli bir yolculuk. Aslında en iyisi araba kiralamak ama biz bunu atladık ne yazık ki, artık bir daha ki sefere. Monako tam zenginler ülkesi, hayatımda görmediğim kadar çok çeşitte lüks arabayı burada bir arada görme şansım oldu. Ünlü kumarhanesi, ve hemen yanında ki Hotel de Paris mutlaka görülmesi gereken yerler. O çevreye gittiğinizde zenginliğin ne demek olduğunu anlıyorsunuz. İyi ki zengin değilim dedim kendi kendime, hayattan zevk alacak o kadar çok şeyim var ki, bu kadar para, pul insana doyumsuzluk getirebilir, gerek yok. Monako’ da bir çok şeyden vergi alınmıyormuş, bu da sıcak parayı çekiyor işte. Monako nun denizi fena değil, daha iyi yerler görmüştü elbette, zaten çok kalabalık. Monaca tepeler üzerine kurulmuş bir yer, böyle olunca az alanı iyi kullanabilmek için yüksek yüksek binalar yapmışlar. Harita üzerinde bakıldığında 2 nokta arası kısa bir mesafe gibi dursa de, 3. boyut devreye girdiğinde ulaşım bir hayli zor, bunu da şehir içine asansörler koyarak çözmüşler. Plaja inmek için asansöre falan biniyorsun, güzel düşünülmüş. Monako’ da görülmesi gereken bir yer de eski şehir içindeki palas ve katedral. Zamanın da Monako Prensi ile evli olan Grace Kelly Monaco’ nun en önemli objesi durumunda, onun mezarı da bu katedralin içerisinde, evlilikleri de 1956 yılında bu kilise de evlenmişler zaten. Görkemli bir yapı.
 

Menton’ da kalırken bir de Nice e gidebilirsiniz, biz de öyle yaptık ve geçen sene gitmiş olmamıza rağmen bu güzel şehre bir kez daha uğradık. Nice trenle 40 dakika, otobüsle 1.5 saatlik bir mesafede, otobüs 1 euro tren ücreti ise 5.5. Nice biraz İtalya biraz Fransa kokan bir yer. Çok güzel bir şehir, sokaklarında dolaşmaya bayılıyorum, bir kafede oturup Pastis içmek, etrafı seyretmek, pazarından meyve almak, parklarında gezmek harika. Denizinin rengi eşsiz, ama plajı taşlı ve deniz genelde dalgalı ama uçsuz bucaksızmış gibi görünen bir mavilik size sonsuzluk hissi veriyor. Turist trenine binerseniz sizi tepedeki orman bölgesine çıkartıyor, burada 1-2 saatlik bir huzur sonrası tekrar şehrin akışına bırakabilirsiniz kendinizi. Nice’ de size çok güzel bir restoran tavsiye edeceğim. Adı “Du Gesu” (1 Place Jésus), çok guzel bir kilisenin yanında. Mutlaka dolaşırken farkedersiniz zaten burayı. Başka hiç bir yer aramayın hem fiyatları ucuz hem de yemekleri harika, özellikle pizzaları, emin olun böylesini daha yemediniz. Bir miktar sıra beklemeniz gerekebilir. Biz de zaten burada yemek faslını biraz fazla uzattık ve Menton’ a giden son treni kaçırdık, Nice te bir otel bulup çadırımızdan uzakta gecelemek zorunda kaldık (70 euro). Nice’in sabahları kurulan pazarını da es geçmemek lazım, harika meyveler ve sebzeler başdöndürücü güzellikte, rengarenk.

Biz Cannes’ a Menton’ da kalırken gittik. Begeneceğimizden emin değildik. Eğer siz de aynısını yaparsanız, otobüsle Menton’ dan Nice ve oradan da Cannes a toplam 2 Euro ve 2,5 saat, ama tren ile giderseniz 9 euro ve yaklaşık 1 saat. Cannes’ a geldiğimiz de belki yorgunluğumuzdan belki aşırı sıcak ve kalabalıktan çok beğenmedik, ama daha sonra biraz sokaklarında kaybolduk ve güzel bir yer olduğuna karar kıldık, öyle ki ertesi gün burada bir otelde kalıp daha detaylı gezmeye karar verdik. Cannes içinde önemli yerleri gezdiren ufak turist trenine binip 1 saatlik bir gezi yaptık, daha sonra buraları yürüyerek gezdik, güzel ufak lezzet duraklarında molalar verdik, Cannes Film Festivalinin kırmızı halısı üzerinde fotoğraf çektik, denizine girdik. Çok güzel bir plajı var ama anababa günü. Sokaklarında gezerken alışveriş yapmamak için kendinizi zor tutacaksınız, hatta tutamayacaksınız. Her keseye hitap eden çeşit çeşit ürünler, esnaf tarzı dükkanlarda satışa sunuluyor. Belki şaşıracaksınız ama Cannes bize diğer gezdiğimiz yerlere göre ucuz geldi. Herkes Cannes’ın ününü duymuştur ama ben size eğer buraya gelirseniz Antibes’ e gitmenizi önereceğim. Yaklaşık 15 dakkalık mesafede çok zengin bir turizm bölgesi. Ziyaret etmeden geçmeyin. Antibes’ te de küçük trene binip 1 saatlik bir tur yaptık, tur sizi Juan Les Pins’e götürüyor, burada inip daha sonra başka bir tren ile tekrar Antibes’ e dönebilirsiniz. Antibes de, Juan Les Pins de deniz görmek için çok ideal. Antibes’ in pazarı (Marche du Provence) şu ana kadar gördüğüm en zengin içeriğe sahip. Mutlaka ziyaret edilmeli.

Cannes ve çevresinde bu kadar uzun süre kalınca, sonraki duraklarımız Toulon, St. Tropez ve Hyeres’i atlamak durumunda kaldık. Son 3 günümüzü havanın da biraz bozmuş olmasını bahane gösterip şehir turlarına ayırmaya karar verdik ve Provence bölgesinin 2 güzel şehri olan Marsilya ile Aux de Provence’ yi gezdik. Zaten uçağımız Pazartesi sabahı Marsilya’ dan kalkacaktı.


Menton Portakal Festivalinden bir goruntu. Bu resim "http://annu-journal.blogspot.com" sitesinden alintidir.

Marsilya çok büyük bir liman şehri, geniş caddeler, kalabalık sokaklar, akmayan trafik bana bir çok kez İstanbul’ u anımsattı ve çok beğendim. Kendimi İstanbul’ un Eminönü, Taksim İstiklal Caddesi, Beyoğlu semtlerinde hissettim zaman zaman. Limanı hayli büyük, alabildiğine yat ile dolu, denize paralel baktığınızda binlerce yelken direği görüyorsunuz. Limana paralel kafe ve restoranlar sürekli dolu, insanlar birşeyer içip neşe içinde sohbet ediyorlar. Seviyorum bu manzaraları. Sokaklarda gezerken bir şapkacı dükkanına girip alışveriş yaptık. Uzun zamandır aklımızdaydı buralardan birer şapka almak. Ben şapka, Barış da süslü bir toka aldı kendine. Bu şapkadan sonra giyim alışkanlıklarımı değiştirmem gerekecek, kendime yeni bir stil yaratmalıyım. Göz alışkanlığı mıdır bilemiyorum ama benimle beraber alışveriş yapan bir adam onlarca şapka denedi ve ne denese yakıştı, ben ise ne taksam bir garip durdu. Sonunda bir tanesinde karar kıldım. Gözümü alıştırıncaya kadar giyeceğim artık.



Gittiğimiz yerlerden anne babalarımıza kart atmak gibi bir alışkanlığımız var. Bu tatilimizde de Cinque Terre, Monaco (Grace Kelly Pullu) ve Marsilya’ dan kart göderdik, bakalım ne zaman ellerine ulaşacak. Benim bir de gttiğimiz yerlerde berbere gidip saç traşı olmak gibi bir alışkanlığım vardı ama bu sene bunu yerine getiremedim.

Read more...

Pazar, Ağustos 01, 2010

Tatildeyiz - 4

Pisa’dan trenle Cinque Terre’ ye geçtik, 5 şirin köyden oluşan bu bölge UNESCO Dünya Mirası Koruma listesinde. Zaten buraya geldiğinizde anlıyorsunuz her şeyin nasıl korunduğunu. Harika bir denizi olan bu bölgede sahil kenarında güzel ve renkli evlerinde buranın köylüleri yaşamakta. Turistler ya çok az sayıda olan küçük otellerde kalmak durumunda ya da buraya trenle botla veya yürüyerek gelmek durumunda. Köylerde büyük işletmeler yok genelde buranın yerel halkı mütevazi dükkanlarında satışlarını yapıyor. Her yer renkli ağaçlar ve çiçeklerle süslenmiş ve ufak limanda güzel balıkçı kayıkları var. 

Biz Cinque Terre’ye en yakın olan Lavanto’da Cinque Terre isimli kampta 5 gün kaldık. Kamptan çok memnun kalmadık açıkçası. Ama işimizi gördü, günlük 2 kişi bir çadır 23.5 Euro verdik. Cinque Terre; Monterosso, Vernazza, Corniglia, Manarola ve Riomaggiore isimli 5 köyden oluşan bir milli park. Biz ilk gün tren ile ulaşımı kullandık, sonraki günler ise burada mutlaka yapılması gereken yürüyüş parkurlarıyla köyler arasını dolaştık. İlk gün toplamda 6 saat yürüdük, Monterosso-Vernazza-Corniglia arasını. Bu kısım en zorlu parkur. Orman içerisinde, dik yokuşları yürüyorsunuz ve harika bir manzara size eşlik ediyor. Doğal park olduğu için bilet almanız gerekiyor, günlük 5 euro vererek bir Cinque Terre kartı alıp müzelere ücretsiz girebilir ve bu yürüyüş parkurlarını gezebilirsiniz. 19.5 Euro verirseniz bunlara ilaveten tren ve bottan da faydalanabilirsiniz. Biz bot kısmını son gün yaptık. Eğer uzun ve zorlu parkuru yürümek istemezseniz bile mutlaka en azından Manarola – Riomaggiore arasındaki yolu yürüyerek geçin hem zorlayıcı değil hem de 30 dakika sürüyor. Bu yolun ismi Via dell’ Amore (Aşıklar Yolu), sanırım ismi kendisini anlatmak için yeterli. 5 köyün de denizi çok güzel, çarşaf gibi. Yemekler de güzel ve çok pahalı değil. 

Cinque Terre’de iken La Spezia şehir merkezine ve oradan otobüsle yarım saatlik mesafede Porto Venere’ ye gittik ve denize girdik. Burada iken yapabileceğiniz bir alternatif olablir. Ama çok zamanınız yoksa burayı es geçebilirsiniz. Es geçmemeniz gereken yer ise Portofino olmalı. Ne yapıp edin burayı görün. Levanto’dan trenla Santa Margerita, oradan da bot ya da otobüsle (bot 5.5 Euro, otobüs 1 euro – biz botla gidip otobüsle geldik) Portofino’ya gidiyorsunuz. Rehber kitabımızın uyarısına göre Portofino çok pahalı bir yer ve Santa Margarita’da yemeli, içmeli ya da alışveriş yapılmalı imiş, biz de bu uyarıyı dikkate aldık elbette. Portofino sosyetenin uğrak yerlerinden biri, zaten limana girer girmez gördüğünüz yatlar bunu kanıtlıyor, İtalya’nın Göcek’i gibi bir yer. Harika bir parkı var mutlaka gezilmeli, otobüsle dönüş yolunda Portofino plajında denize girdik. Bu satırları yazana kadar ki dönem içerisinde girdiğimiz en güzel denizdi. Cinque Terre’de kampta Kanada’da yaşayan İranlı bir çiftle tanıştık. Kadın çocukken İran’dan kaçıp gidenlerden, kocası da sanırım benzer şekilde İran’dan ayrılmış ve Fransa’da tanışmışlar. Şimdi Kanada’da yaşıyorlar. Avrupa turuna çıkmışlar, Amsterdam’a uçakla gelip karavan kiralamışlar, İspanya, İtalya, Hırvatistan, Slovenya öyle geziyorlar. Muhabbetimiz döndü dolaştı ve İran konusuna geldi. Adam bana Atatürk’ten bahsetti, ne kadar şanslı olduğumuzu vurguladı. Atatürk’ün o dönem İran ile olan ilişkileri ve Şah Rıza’nın Atatürk’ün izinden gitmeye çalışmasını anlattı. Sonra başa gelen oğlu herşeyi batırmış, yoksa İran da Türkiye gibi olabilirmiş. Gururlandım bunları dinlerken. Yani daha doğrusu bizden olmayan birinden bunları dinlemek beni gururlandırdı. İran için de üzüldüm, daha doğrusu aslında hep üzülüyorum. Benim çok denilecek kadar İranlı arkadaşlarım oldu ve hepsi İran’dan kaçıp gelenler. Hepsi de çok iyi insanlar, sizler bizler gibi, ama bir şekilde ülkelerinden kopmuşlar, koparılmışlar farklı düşündükleri için. Neyse şimdi tatil yazısında bunlardan bahsetmek istemiyorum belki sonra, başka bir yazıda. İşte böyle hızlıca geçti gitti 5 gün.

Bir sonraki durağımız sadece 1 gün kaldığımız Cenova idi. Levanto’dan 1.5 saatlik bir tren yolculuğu sonrası güzel bir liman kenti olan Cenova’ya vardık. Rehber kitabımız Cenova için, “ilk gördüğünüzde buradan hemen gitmek isteyebilirsiniz ama bir şans verin” diyordu. Gerçekten de trenden indikten sonra merkeze gidene kadar geçen 20 dakikalık yürüyüş tedirgin ediciydi. Her an başımıza bir şey gelebilir endişesini taşıyarak geçti yürüyüşümüz. Ama sonrasında alıştık, ana merkeze de çıkınca biraz daha İtalyan şehri havasına büründü Cenova. Sokakları labirent gibi, dar ve nereye çıkacağını kestiremiyorsunuz, kaybolmamak imkansız. Biz de bir kaç defa kaybolduk zaten. Yine rehber kitabımızın tavsiyesi ile akşam gittiğimiz trattorio bugüne kadar yediğimiz en güzel akşam yemeği faslını yaşattı bize. Trattoria da Maria (Vico Testa d’Oro No 14). Bulmak için epey çaba sarfettik, ıssız bir sokağa girdik, tabelasını gördük, dışarıdan bakıldığında kapalıymış gibi geldi bize, ama içeri girince buram buram yemek kokusu, bağıra çağıra konuşan insanlar, vızır vızır ellerinde dolu tabaklarla geçen garsonlar bize sanki kapıyı açınca başka bir dünyaya geçmişiz hissi yaşattı. Kapıdan girince mutfağı görebiliyorsunuz, bildiğin ev tencerelerinde (daha doğrusu kazan) yemekler pişiyor ve tencerenin dibini görene kadar lokanta açık kalıyordu ki 2-3 saate herşey bitiyor zaten. Kimse ingilizce bilmiyordu ama başarılı bir şekilde siparşimizi verdik. Harika yemekler ve salatalar yedik, enfes bir şarap içtik ve yüzümüz güleç ayrıldık oradan. Hamsi salatası, Ahtapot salatası, Şinitzel, Pestolu Spagetti, Patates Kızartması, Hamsi Tava, 2 tane yeşil salata, 1 adet Tiramisu benzeri tatlı, enfes bir beyaz peynir ve yarım litre beyaz şarap için toplamda 37 Euro verdik. Yani anlayacağınız boğazımıza olan düşkünlüğümüz, Cenova' nın kültürel aktivitelerini bir kennara itmemize neden oldu. Belki buraya 2 gün ayırmalıydık, bir daha ki sefere artık.

Read more...

Salı, Temmuz 27, 2010

Tatildeyiz - 3

Pisa’ya geçen yıl da gelmiştik, yolculuğumuzun son durağıydı. Bu sene geliş nedenimiz tatilimize geçen sene kaldığımız yerden devam etmek değildi elbette. Güney Fransa ya da İtalya’nın Toskana bölgesine yakın bir yerinde uygun uçak bileti bulmaya çalışarak tatilimizi planlamıştık. Buna göre en uygunu Pisa’ya gelip Marsilya’dan dönmek oldu. Şansımıza Gogol Bordello’nun Pisa’da bizim geldiğimiz dönemde bir konseri olduğunu öğrenince konser biletini hemen aldık. Hem geçen geldiğimiz ve çok beğendiğimiz Pisa’yı bir kez daha gezecek hem de güzel bir konsere gidecektik. 

Pisa benim çok sevdiğim şehirlerden biri, bana küçük Roma gibi geliyor. Sokaklarında amaçsızca gezmek, gördüğümüz küçük kafelerde molalar vermek, pazarlarını gezmek, insanları seyretmek, güzel yemekler yemek, binaları incelemek her şey huzur verici burada. Pisa’nın benim için ayrı bir önemi de Pana Cotta tatlısını burada keşfetmiş olmamdı. Geçen sene girdiğimiz pastanede (Salza – buradaki her şeyi yemek isteyebilirsiniz) üzerinde böğürtlen reçeli gibi bir şey olan beyaz tatlıyı denemiş ve tadı damağımızda kalmıştı. Pana Cotta o zamandan beri her İtalyan lokantasında menüde ilk aradığım şey olmuştu. Hatta Amsterdam’da bile bulduk yapan yer. Tarifi de çok basit aslında (google). Krem karamele benziyor, çilekli, çikolatalı, böğürtlenli, karamellisi de yapılıyor ama ben frambuazlı olanına bayılıyorum. Aklınızda bulunsun mutlaka tadın. 

Pisa’da herkesin bildiği meşhur Pisa Kulesi var, elbette orada fotoğraflar çektik, ama ben en çok kule ile beraber değişik pozlar vermeye çalışırken şekilden şekilde giren insanları seyretmeyi seviyorum. İnsanların yaratıcılıklarına şapka çıkartmam gerek, yaptıkları hareketler Pisa kulesinin ilginçliğini gölgede bıraktıran cinsten. Biz bu sene normal bir fotoğraf ile yetindik. Akşam oldu ve biz açıkhavada yapılan Gogol Bordello konseri ile coştuk. Erkenden gittiğimiz için en önde izledik konseri. Gogol Bordello “Çingene Punk – Gypsy Punk” yapan bir grup, kendisini bu sene Amsterdam’da Barış’ın bir arkadaşı sayesinde keşfetmiştik ve aylardır da dinliyoruz, dinlemek ne kelime şarkılarını bağıra çağıra söylüyor ve zıplayarak dans ediyoruz. Konserinde de aynı şekilde zıplayıp durduk, çılgın Pisa gençleri bayağı hopladı, Gogol Bordello da bizleri 2 dakika hareketsiz bırakmadı, epey bir yorulduk. Grubun tüm elemanlarını ayrı ayrı beğendim, her birinin kendine has özellikleri var. Şarkılarında faşizme, ırkçılığa, göçmen haklarına dair mesajlar da veriyorlar. Solistleri Eugene Hütz inanılmaz biri, daha evvel bir filmde izlemiş ve çok beğenmiştik. İngilizce aksanı çok hoş. Aslında Ukraynalı, ama anneanne tarafından Roman, yani çingene kanı var. Ukrayna’ dan Macaristan, İtalya, İngiltere’ye ve son olarak da Amerika’ya göç etmişler. O nedenle tam bir göçmen hakları aktivisti. Yeni albümleri dolayısı ile şu an dünya turundalar, her gün bir yerde konser veriyorlar. Tatilimizde yaptığımız en eğlenceli anlarından biriydi, keşke yine gidebilsek. İstanbul’da Kemancı, Ankara’da Gölge Bar ya da Manhattan’da kurtlarımızı dökerdik biz rockçılar. Son yıllarda clubber müzikler yüzünden böyle aktivitelerin sonu mu geldi diye düşünür olmuştum. Ama buradan haykırıyorum tıpkı Sibel Kekili ve Birol Güven’ in Duvara Karşı filminde haykırdığı gibi; Punk is not dead!!


Read more...

Pazar, Temmuz 25, 2010

Tatildeyiz - 2



En son nerede kalmıştım, evet Pisa’ya doğru yola çıkmıştık. Pisa’ya iner inmez, Floransa trenine bindik. Amacımız 2 gün Floransa’ yı gezmek ve sonrasında sabırsızlıkla beklediğimiz Gogol Bordello konseri için Pisa’ ya dönmekti. Pisa – Floransa arası trenle yaklaşık 1 saat sürüyor ve bilet kişibaşı 5.5 euro. İtalya’ nın trenlerine hastayım, görüntüleri 2. Dünya savaşından kalma gibi ama oldukça hızlılar ve hemen hemen her yere tren mevcut, her yeri demir ağlarla örmüşler tıpkı bizim Cumhuriyetin 10. Yılında olduğu gibi, biz sadece demir ağları unutmuşuz 10. yılımızdan sonra. Hiçbir zaman önceden bilet almıyorsunuz tren için (bu gerçi Avrupa’nın her yerinde mevcut bir sistem). İstasyona geldiğiniz de genelde biletinizi alıp sıradaki trene binip gideceğiniz yere yola koyuluyorsunuz. İstanbul-Ankara arası haftalar öncesinden tren bileti için koşuşturmalarım geliyor böyle durumlarda aklıma. Sonuçta hep otobüsle gitmek zorunda kalırdım. Şu anda da bu satırları Levanto’dan Cenova’ya giden trende yazıyorum. Diyorum ya son 3 yıldır üniversite döneminde yapamadığım InterRail’in acısını çıkarıyorum tatillerimde. 

Floransa’ya varır varmaz otobüse atlayıp kalacağımız kamp alanına doğru yola çıktık. Floransa’yı tepeden gören bir yerde, harika bir kampta kaldık (Camping Michelangelo). Burası bugüne kadar kaldığımız en güzel kamplardan biriydi. Kamp yapanlar için her şey düşünülmüştü ve kantin bölgesi cıvıl cıvıl genç insan kaynıyordu. Burada tanışıp arkadaş olan, beraber şehirleri gezen, birbirlerinin kültürlerini tanıyan gençler. Biz de birkaçıyla tanıştık, sohbetler ettik, çok hoşuma gidiyor yeni insanlarla tanışmak, sohbetlerini dinlemek, farklı dünyalar görmek. Kamp alanında bir de pano vardı burada tanışıp evlenmiş insanlara ait resimler vardı. 2 kişi ve 1 çadır için günlük 22 euro ödedik, 2 gün burada kaldık. Çadırımızın çivilerini evde (ya da başka bir yerde, henüz bilmiyoruz) unuttuğumuzu farkettiğimizde bir an için endişelenir gibi olduk ama ben sert dallar vasıtasıyla çadırı sabitlemeyi başardım. Sonrasında zaten kampın marketinde çadır için çivi satıldığını farkettik ve sonraki çadır kurma faaliyetlerinde eziyetten kurtulduk. Aslında bu kamp olayı acayip hoşuma gidiyor ve ileride karavan ile kamp yapabilirsek çok mutlu olacağım şimdiden düşüncelere beşladım zaten bakalım ya nasip diyelim. 

Floransa çok güzel bir şehir, her tarafından sanat-tarih fışkırıyor, sıradan apartman daireleri bile öyle güzel inşa edilmiş ki sanırsın Da Vinci burada yaşamış. Gezilecek tonla yer var, burada hepsini anlatmaya kalksam ne vaktim ne gücüm yeter. Size resimlerle burayı tanıtmak daha uygun olacaktır sanırım. Bir de Floransa için değil ama genel olarak İtalya için yemek yeme ile ilgili bir iki bilgi vermekte fayda var. Biz güne bir barda güzel bir kahve ve yanında bir panini yiyerek başlıyoruz, daha sonra mutlaka halk pazarına gidip taze yaz meyvalarından alıp, hemen hemen her sokak başında bulabileceğiniz bir çeşmede bunları yıkayıp, mideye indiriyoruz. Mutlaka yolumuzun üzerinde gördüğümüz bir “forna”ya (fırın) uğrayıp çeşit çeşit “focaccio” lardan (pizzamsı ekmek) gözümüze kestirdiklerimizi toplayıp yiyoruz, harika oluyorlar inanın. Akşam yemeği için ise büyük çoğunlukla bir Trattoria (İtalyan Aile ya da Halk Lokantası) ya uğrayıp güzel ev yapımı İtalyan yemekleri yiyip ev şarabı içiyoruz. Kesinlikle restorana gidip turist menülerinden yemeyin derim ben, dediğim gibi İtalyanlarla beraber onların akşam yedikleri yemeklerden tatmalı, inanılmaz lezzetli ve de ucuzlar. Yarım litre şarap 2.5 euro. Ayrıca yanınızda bir de Lonely Planet kitabı olursa hangi trattorio nerede tavsiye ediliyor ona göre bir seçim yapabilirsiniz. Lonely Planet o kadar önemli ki, tavsiye ettiği trattorioları yolda yürüyerek bulamazsınız. 

Genel de ara sokaklarda, in cin top oynayan yerlerde, normalde hiç girmeyeceğiniz mahallelerde enfes yerler tavsiye ediyor. Lokantaya bir giriyorsunuz ve bağıra çağıra konuşan İtalyanlar arasında hiç İngilizce bilmeyen garsonlara yemek ısmarlamaya çalışıyorsunuz, ama o kadar lezzetli yemeklerle sonlanıyor ki geceniz, mutlu mesut otelinize dönüyorsunuz, o yüzden hayalkırıklığı yaşamamak için tavsiyem mutlaka bir rehber kitap edinerek gidin. Yolunuz Floransa’ya düşerse gitmek üzere size hemen bir trattoria tavsyesi ama burası sadece 14’e kadar açık yani öğlen yemeği için uğrayabilirsiniz; Mercato Centrale San Lorenzo çarşısı içerisinde Nerbone isimli şirin ve nezih yer. Salataları ve Cuma günü gittiyseniz balıkları çok güzel. Karnım acıktı daha fazla devam edemeyeceğim, Pisa ve muhteşem Gogol Bordello konserini anlatmadan önce kısa bir mola. Umarım daha sık kablosuz internet bulurum ve daha sık bloguma güncel tatil bilgilerini aktarırım.


Read more...

Cumartesi, Temmuz 24, 2010

Uçan Hollandalı

Gittiğimiz her yerde yüzlerce Hollandalıya rastlıyoruz. Zaten kamp yapmayı seven insanlar, biz de hep kampta kaldığımız için her taraftan Hollandaca işitiyoruz ve hemen kulak kabartıyoruz. Daha evvel bahsettim mi bilmiyorum ama Hollandalıların bizim deyişimizle cimri olduğu söylenir, ben tutumlu ya da eli sıkı olarak söylemek istiyorum. Çünkü bu adamlar 50 kuruşun hesabını yaparlar ama her sene binlerce Euro’yu yeni yerler gezmeye, kültürler tanımaya harcarlar. Benim yaşıma gelmiş ortalama bir Hollandalı bütün kıtaları görmüş oluyor. Nerede duyduğumu hatırlamıyorum ama söylendiğine göre dünya üzerinde her hangi bir yerde bir uçak kazası olduğunda, uçakta mutlaka Hollandalı oluyormuş.

Read more...

Cuma, Temmuz 23, 2010

Tatildeyiz - 1

Bu sene yaz tatilimiz Düseldorf’tan başladı. Tatil için her zaman olduğu gibi 5 dakikalık zamanı bile kullanmak istediğimizden, işten çıkar çıkmaz soluğu tren istasyonunda aldık. Duseldorf'a bir takım aksilikler yüzünden ancak gece yarısı varabildik, otelimize yerleşip geceyi dinlenerek geçirdik. Ertesi gün Düseldorf'u keşfe çıktık. Ancak kendimizi sanki Türkiye’deymişiz gibi hissettik, herşey her yer tanıdık burada. Sabah kahvaltısını çay, beyaz peynir, simit eşliğinde yaptık. Daha sonra akşam yemeği için yine buraya mantı ve baklava yemeye gelecektik. Düseldorf şirin bir avrupa kenti, böyle şehirlerde gezmeye bayılıyorum, canlı sokaklar, esnaf dükkanları, yiyecekler, içecekler, nehir kenarında oturma, etrafı seyretme, heykeller, binalar vs, kısacası insanı gezerken dinlendiren objeler. Duseldorfun tarihi biracısında (Uerige) oturup birşeyler yiyip içtik, kendimi Taksim de çiçek pasajında hisettim. Buranın meşhur dondurmacısı “Pia Eis” te dondurma yedik, bu sıcakta çok güzel geldi. Zaten dondurmacının önünde uzun kuyruklar oluşuyor, ve dondurmayı yerken nedenini anlıyorsunuz. Her zaman yaptığımız gibi şehir pazarına gittik, güzel yaz meyvalarından aldık. Düseldorfta kuleye çıktık ve tüm şehri buradan izledik (3.5 Euro).  Çok güzel fotoğraflar çektik. 
Ben 55-700 lük lensimi deneme fırsatı buldum burada. Akşam üzeri hafif bir yağmu yağdı ve bizleri azıcık serinletti, yağmurda yürüdük romantik romantik. Ertesi gün Pisa’ ya uçacak olduğumuz için otelimize gittik. Sabah Ryan Air ile Düzeldorf Weeze havaalanından Pisa’ ya uçacaktık. Ryan Air havayollaı bir garip, özellikle el bagajı konusunda çok sıkı olduklarını söylemem gerekiyor. 10 kilo ve bagaj boyutu konusunda gerçekten tek tek kontrol ediyorlar, elinizde ayrıca pasaport çantası veya ceketinizi tutuyrsanız bunu bagaj olarak kabul edebiliyorlar, sadece 1 el bagajı olacak konusunda epey ısrarcılar. Yakaladıklarını da affetmiyorlar, ucuz etin yahnisi. Biz bu sene de kamp yapmayı düşündüğümüz için çadırımızı da yanımızda almıştık, çadırı el bagajı yapacaktık, ağırlığı 3 kilo ama boyutarı biraz istenen ölçüleri aşıyordu, riske atmadık ve Check-In bagajı olarak verdik sırt çantamızla beraber. Genel olarak havayolundan memnun kaldım, zamanında kalktı bir sorun da yaşamadık. Bagaj dahil 2 kişi Düseldorf-Pisa arası 100 euro verdik (bagaj için 15 kiloya kadar 20 euro alıyorlar).
Bu yaz tatilimizde değişiklik olarak netbook umuzu da yanımızda taşıdık, o nedenle aslında blogumu bir miktar gerçek zamanlı güncellemeye çalışıyorum, geçen sene yaptığıız en güzel tatillerden biri olan Korsika da keşke bunu yapmış olsaydık diye içimden geçirdim, hala daha orası ile ilgili yazımı yayınlayamadığım için üzülüyorum, çünkü herkese, doğayı seven herkese tavsiye edebileceim bir yer. Neyse bu yazımda sadece Düseldorf gezimiz ve biraz fotoğraf, sonra bir aksilik olmazsa diğer ziyaretlerimizi eş zamanlı yazmaya çalışacağım. Şu an bu satırları Cinque Terre’ de kaldığımız kamptan yazıyorum.

Read more...

Salı, Temmuz 06, 2010

Akdenizin Gelini

Yaklaşık 2 yıl kadar önce Gökhan Karabolat aklıma sokmuştu aslında. Geçen sene yaz tatilindeyken üzerinde düşünme fırsatım olmuştu. Yıllarca beraber aynı yerde çalışmış, sonra başka yerlere dağılmış ama iletişimi hiç kaybetmemiş "dostların" tekrar bir araya gelmesi için bir organizasyon yapmalıydık! Bu maksatla ön çalışma için 18 Şubat tarihinde aşağıdaki maili 11 kişilik grubumuza gönderdim;

Çok uzak ve de çok yakın olmayan bir zamanda, dünyanın herhangi bir yerinde (Hiçbirimizin şu an yaşamadığı), herhangi bir mevsiminde, Cuma-Cumartesi-Pazar-Pazartesi ni içine alacak şekilde, (3-4 gün), eşsiz olarak, bir buluşma yapmaya nedersiniz? Ben böyle bir organizasyonu yapmaya gönüllü olurum valla sizler eğer "Evet" cevabını verirseniz. Ben şimdiden "Hayır" diyebilecekleri sezinlediğimden, aman diyeyim öyle bahane uydurmaya çalışmayın, üzersiniz beni. Hayat kısa, bir daha ne zaman böyle bir organizasyonu yapariz leyn!!

Cevaplarınızı bekliyorum,
Hepinizi özledim . . .
1 hafta içerisinde herkesten "Evet" cevabını ve çeşitli öneriler aldıktan sonra, Excel' de bir form hazırladım ve tatil yeri / zamanı için 3 öneride bulunmalarını rica ettim (Yer/Zaman Onerileri). Cevaplar sadece bana gönderilecekti ve ben gerekli düzenlemeleri yapacaktım. İşi biraz da eğlenceli hale getirmek için bir de yarışma gibi bir şey yapmaya karar verdim ve herkese aşağıdaki 3 soruyu sordum. Kazanan kişi buluşacağımız ilk Cumartesi günü akşam yemeğine para vermeyecekti. Organizasyonu yaparken acayip eğleniyordum, itiraf etmeliyim.

Bu sene hangi takım şampiyon olur, kaç puan alır. (Takımı bilmek 10, Puanı bilmek 90. Gerçekleşen puandan uzaklık 90 puandan düşülür.
Örnek : Cevap FB / 75 puan : Gerçek FB / 80 puan : Alınan Puan 10 + 90 - 5 = 95 puan

Buluştuğumuz Cumartesi gündüz yerel hava sıcaklığı kaç derece olacak?
Örnek : Cevap 40 Derece, Gerçek (weather.com öğle verisi) 30 derece,  En yakın cevap 100 puan sonrakiler -10 ar puan.

Katılımcıların toplam harcayacağı uçak parası Euro cinsinden ne kadar olacak? Buluştuğumuz Cumartesi günü merkez bankası kurları uygulanacak.
Örnek : Cevap 4000 Euro, Gerçek 3000 Euro, En yakın cevap 100 puan sonrakiler -10 ar puan.

7 Mart tarihinde herkes yer / zaman önerilerini ve yarışma sorularının cevaplarını göndermişti. Hemen önerilen yerleri sıraladım. Toplam 23 farklı yer önerisinde bulunulmuştu. Herkese bu listeyi gönderdim ve her bir yer için 0 ile 5 arasında puanlama yapmalarını istedim. Herkes oylarını verdi ve 20 Mart tarihinde oylama sonucu olarak Dubrovnik (Hırvatistan) ezici bir çoğunlukla belirlenmişti (Oylama Sonuçları). 

Organizasyonun en zor aşaması olan tarih belirleme safhası beni biraz endişelendiriyordu açıkçası. Önce yer oylaması gibi benzer bir süreçten geçmek niyetindeydim, ancak zaman belirleme işini oylamaya bırakırsak, bir sonuç alamayacağımıza neredeyse emindim. O nedenle herkesten "Kesinlikle Gelemeyecekleri" tarihleri bana göndermelerini rica ettim. Kimseye uymayan tarihleri çıkartınca geriye bir tek 19 Haziran tarihin kalmıştı. Bu tarihi herkesin önerisine sundum (31 Mart). Uzun mailleşmelerimiz, belirlenen tarihi bir hafta ileri bir hafta geri kaydırma çabalarımız vs sonucunda 19 Haziran tarihini netleştirdik ve uçak, kalacak yer, vs araştırmalarına başladık.

Nisan ayı daha çok uçak rezervasyonları peşinde koşturmakla geçti. Katılımcıların İstanbul, Ankara, Berlin, Amsterdam, Utrecht ve Kandahar gibi çok farklı yerlerden gelecek olmaları ve Dubrovnık' in turistik bir yer olmasına karşın ulaşım olarak pek fazla alternatifli bir yer olmaması bizleri bayağı zorladı. Ama sonuçta ben ve Önder'in Hollanda' dan önce Almanya Köln oradan da uçakla Hırvatistan Split kentine gitmek orada araba kiralayıp Dubrovnike yol almak gibi bir planlaması oldu. Benzer şekilde Ediz, Gökhan ve Candaş Özdoğu İstanbul' dan Saraybosna' ya uçuş, orada 1 gece koanklayıp, araba kiralayıp Split' e hareketleri ve bizimle buluşmaları, 1 gece Split' te konakladıktan sonra arabayla Dubrovnik' e hareket etmek gibi bir planlama yapıldı. Candaş Bozkurt ise Berlin' den direk Dubrovnike geçecekti. Ve evet tüm bunları gerçekleştirdik, ben yazarken yoruldum siz düşünün yolculuklar sırasında neler yaşadığımızı. 11 kişi başlayan organzasyonumuz 6 kişilik katılımla sonuçlandı ve çok mutlu ayrıldık. Herkesle buluştuğumuzda her birini ne kadar özlediğimi hissettim, uzun sohbetler ettik, eski günleri konuştuk, güldük, eğlendik ve bunu  her sene tekrarlamaya karar verdik. Bakalım seneye nerede ve ne zaman buluşacağız. Ben biraz gezdiğimiz yerlerden bahsedip sizleri güzel fotoğraflarımızla başbaşa bırakayım.

Organizasyon safhası kadar tatilimiz de çok eğlenceliydi. Önderle Amsterdam' dan trene atladık ve Köln' e gittik. Akşam saat 21 civarıydı sanırım, uçağımız sabah 7 de kalkıyordu. Akşam bir "backpakker" hostel da yer ayırtmıştık. Köln de akşam birşeyler atıştırdık, bir caz barda birşeyler içip hostela gittik. Kaldığımız yerin salonunda biraz televizyona bakıp biralarımızı yudumlarken, hostel da kalan gençlerle muhabbet etmeye başladık, çok değişik bir geceydi açıkçası, 19-25 yaş arası bu insanlar ile yaptığımız sohbetleri Türkiye' de bir çok insanla yapamayacağımı bir kez daha anlamış oldum."Ey okur eğer çocuklarınız varsa onları mutlaka bir süreliğine yurt dışına gönderin, en azından bir Interrail yapmalarına fırsat verin." diyerek asıl konuma devam edeyim. Neyse sohbet birbirini kovaladı ve farkettik ki biz daha yastığımıza başımızı koyamadan uçak saati gelmiş. Gençlerle vedalaştık ve Split' e doğru yola çıktık.

Split'e iner inmez arabamızı kiraladık, kalacağımız yere geldik. Adriyatik denizi kıyısında çok güzel bir liman şehri. Hırvatistan'ın 2. büyük şehri olan Split yaklaşık 1700 yıllık bir geçmişe sahip. Sahil şeridi Riva olarak isimlendirilmiş, hemen arkasında ise ortaçağdan kalma ve hala yerleşim alanı olarak da kullanılan Diocletian Sarayı.  Kaldığımız yer de Diocletian'ın bir köşesinde otantik bir taş evdi (5 kişi toplam 144 euro verdik). Ediz, Candaş ve Gökhan ile burada buluştuk ve palasın altını üstüne getirdik. Dünya kupası maçlarını seyrettik. Gece sahilde Beach Club a gittik (Mutlaka gidilmeli). Ben Split'i çok beğendim, herkese de gitmelerini tavsiye ederim. Eğer yolunuz Hırvatistan'a düşerse ne yapıp edin ve en az 1 gününüzü buraya ayrın. Aslında daha fazla zamanımız olsaydı Split'in etrafındaki adalara (Hvar adasını çok övdüler) giderdik ama artık bir daha ki sefere Barış la geldiğimde gideceğiz.

Araba seyahatleri hele de yol boyu sohbet edebileceğin arkadaşlarla isen inanılmaz güzel. Cumartesi günü 3 saatlilk bir araba yolculuğu ardından "Akdeniz'in Gelini" Dubrovnik'e vardık. Uzun uğraşlar sonucunda kalacağımız yeri bulduk. Havuzlu güzel bir villada kaldık, kişi başı günlük 20 euro verdik. Ev güzeldi ama denize uzaktı, altımızda araba olması büyük avantaj oldu. Candaşla da Dubrovnikte buluşup hasret giderdik. Akşam Dubrovnik merkeze gittik, kalenin içine girer girmez bir ihtişamla karşılaşıyorsunuz, uyanıkken rüya görmek gibi. Yemekler yedik, denize gittik, eğlendik, hopladık, zıpladık.  Dubrovnik insanı büyüleyen bir şehir. İnsanları çok cana yakın, denizi çok güzel, tarih, kültür, gece hayatı (gece çıkacaksanız Fuego' ya gidin mutlaka), harika yemekler ("black squid risotto" tadın) ne ararsan var. Tatil için ideal bir mekan, kesinlikle tavsiye ediyorum. Son gün altımızda araba olduğu için Montenegroya (Karadağ) gitmeye karar verdik. 2 saatlik bir yolculuk sonrası Karadağ'a vardık. Hava güzel olmadığı için denize giremedik ama Karadağ da bize güzel geldi, sosyetenin uğrak yeri olmakla beraber ülke olarak Hırvatistan' dan çok daha gerisinde gibi bir yorum yaptım kafamda bilmiyorum ne derece doğru. Ertesi gün çok erkenden yola çıkacağımız için akşam Dubrovnik' e geri döndük.

Perşembe akşamı başlayan organizasyonumuz salı gecesi sonlandı. Geriye hiç unutmayacağımız güzel anılarımız kaldı. Umarım seneye 11 kişi birden buluşuruz. Hatta mümkün olsa da keşke eşlerle buluşmayı başarabilsek. Biraz zor olur belki ama önümüzdeki organizasyonlara bakacağız artık. 

Canım arkadaşlarım, iyi ki varsınız... Seneye görüşmek üzere...



Not : Hırvatistan ve Karadağ Türk vatandaşlarından vize istemiyor. Biz sadece "Eş Vizesi" aldık bekar bekar buluşmak için :)

Read more...

Cumartesi, Haziran 12, 2010

Çok Seslilik

Çarşamba günü Hollanda' da erken seçim yapıldı. Haftaiçi seçim mi olur demeyin, insanların aileleri ile geçireceği Pazar gününün seçim ile heba olmasını istemez Hollandalılar. Seçim öncesi son birkaç hafta televizyonda liderlerin tartışmalarını izledik. Anladığımızdan değil ama burada seçim propagandası nasıl oluyor onu görmek bir de adayları, partileri tanımaktı amacımız. Sonuçta yaşadığımız ülkenin siyasi yapısı bizleri ilgilendiriyor.

İlk geldiğimiz yıl televizyon pek seyretmezdik, sadece ingilizce yayımlanan programları takip ederdik. Hollandacayı öğrenmeye başlama ya da çabalama sürecimizde televizyonun büyük yararı olacağı gerekçesiyle daha çok izlemeye başladık. Özellkle haberleri takip etmeye özen gösteriyoruz sabah kahvaltısında ve akşamları yemek yerken. Meclisteki tartışmaları gösteriyorlar bazen, acayip hoşuma gidiyor. Parti liderleri ya da milletvekilleri konuları kürsüde karşılıklı tartışıyorlar. O kadar hararetli tartışıyorlar ki  pür dikkat onları dinliyorum, ama birbirlerinin sözlerini neredeyse hiç kesmiyorlar. Sırayla konuşuyorlar ama konuşmaları sanki kavga ediyor gibi olmakla beraber sadece o süre içerisinde söyleyeceklerini söyleyip sonra karşı tarafı dinliyorlar. Hayret verici düzeyde medeni tarışmalar yapılıyor, elbette herhalde benim görmeye alıştığım manzaralar çok daha farklı olduğu için bana hayret verici geliyordur. Bir başka ilgimi çeken konu da parti liderlerinin koltuklarına yapışık olmamaları. Sadece dış görünüşü ve konuşmasından dolayı sevdiğim eski Finans Bakanı Wouter Bos, çocuklarına daha fazla vakit ayırması gerektiğini öne sürerek görevinden ayrıldı Şubat ayında. Yine dış görünüşü ve konuşmalarından ötürü sevdiğim Sosyalist Partinin kadın lideri Agnes Kant mahalli seçimlerde başarısız olduğunu düşündüğü için görevinden ayrıldı 3 ay kadar önce. Ve Çarşamba günkü seçimden sonra partisini 4. lüğe düşüren, Harry Poter lakaplı güzel başbakanımız Jan Peter Balkenende (Resmine bakarsanız lakabını hakettiğini anlarsınız), seçmenlerin mesajını aldım, üzerime düşen görevi yapacağım diyerek istifasını verdi. ("The voter has spoken, the outcome is clear.") Yine geldiğim yerde insanların görevi bırakmak için ölmeyi ya da bir kasedinin çıkmasını beklediğini düşününce herhalde bu istifalara bir ben şaşırıyorum diye düşündüm. Bir de yüksek vergilerden ve insanların bu konuya bakış açılarından bahsedip seçim sonuçlarına geleceğim. Hollanda  Avrupanın en yüksek vergi oranına sahip ülkelerinden biri, ancak oldukça adil bir sistemleri var ve halkı da buna inanıyor, arada vergilerden dolayı hayıflansalar da (Hollandalıların tipik özelliğidir herşeyden şikayet etmek) genel olarak vergi sisteminin olabildiğince adil olduğunu düşünüyorlar. Vergi gelirlerinin %80 lik kısmı Hollanda' nın en zenginlerinden toplanıyormuş. Bir gün havaalanında mağazanın birinden alışveriş yapıyordum ve kasanın önünde sıramın gelmesini bekliyordum. Önümdeki Amerikalı müşteri kasiyere Hollanda'da vergilerin neden yüksek olduğunu sordu, kasiyerin cevabı "Herkesin eşit haklara sahip olabilmesi, düzgün bir eğitim ve sağlık hizmeti alabilmesi için birilerinin bunun yükünü çekmesi gerekir" oldu. Yani halk bu bilince sahip, verginin doğru yerlerde kullanıldığından emin ve buna katlanıyor, bunu oradaki kasiyer düşünebiliyor, halk böyle bilinçlendirilmiş. Bana ilginç gelmişti sizlerle de paylaşmak istedim.

Gelelim seçimlere, son iki haftadır parti liderleri televizyonlarda karşılıklı olarak tartışıyorlar. Bu benim uzun süredir Türkiye' de görmediğim bir durum. Bütün liderler yuvarlak masa etrafında birbirlerine sorular soruyorlar, neyi nasıl yapacaklarını anlatıyorlar. Bir de hepsinin hangi konuda ne gibi bir önerisi olduğu belli. Hatta televizyon programları bunları grafiklerle sizlere aktarıyorlar. Belli başlı başlıkar var, ve hangi partinin hangi konuda ne vaad ettiği açık. Emeklilik yaşı 65 olacak diyenler listeleniyor, 67 olacak diyenler listeleniyor. Mortgage, Vergiler, Göçmenler vs. herkesin modeli belli. Sen de bunlara bakıp aşağı yukarı oyunu verirsen ne alacağını biliyorsun. Kimse 2 anahtar falan gibi olmayacak şeyler vaad etmiyor. 

Hollanda' da seçim barajı yok, daha doğrusu var ama yok denecek kadar az, sanırım %1, net olarak bilmiyorum. Ama sonuçta ortaya bir çok seslilik çıkıyor. Türkiye' de %10 barajı sayesinde kalıplaşmış partileri, ve bozuk plak gibi oynayan aynı sesleri dinleye duralım, burada meclise 2 milletvekili sokmayı başaran Hayvanlar Partisinin amblemine bakarak çok seslilik bir ülkede nasıl yaratılır diye düşünelim. 

Tabi bu seçim sisteminin sonucunda yüksek ihtimalle koalisyon hükümeti ortaya çıkıyor. Çünkü tek bir partinin %50 çoğunluk olan 75 milletvekili çıkartması çok zor. Sonuçta  Çarşamba günkü seçimler neticesinde 10 parti meclise girmeyi başardı ama en az 3 partili bir koalisyon Hollanda'yı yönetecek. Birinci parti olarak meclise giren Özgürlük ve Demokrasi partisi (VVD) tarihinin en büyük başarısını gösterdi. Ancak bu seçimlerde 3. parti olarak meclise girmeyi başaran Özgürlük Partisi (PVV) seçimin tartışmasız en büyük süprizini yaptı. Bu sonuç Hollandayı çok seven ve her fırsatta buradaki hoşgörüyü, yabancılara bakış açılarını öven beni şaşırttı. Maalesef adında özgürlük kelimesi geçen bu partinin dini özgürlüklere saygısı yok. PVV aslında Anti İslam partisi olarak bilinmekte. Başa gelmeleri durumunda islamın avrupaya yayılmalarını engellemek öncelikli hedefleri. Parti lideri olan Geert Wilders 'in aşırı faşist söylemleri nedeniyle İngiltereye girmesi dahi yasaklandı. Hollandalılar her fırsatta bu adamın başlarına bela olacağını söylemekte. 6-7 ay kadar önce Türkiyeyi ziyareti planlanmış ama güvenlik kaygısı nedeniyle ziyaret askıya alınmıştı. Burada da korumalarıyla geziyor sadece. Çevremde kime sorsam kimsenin ciddiye dahi almadığı bir insan, seçimi kazanan partilerin koalisyon kurmayı pek düşünmedikleri bir parti, peki nasıl oldu da böylesine büyük oranda (%14) oy almayı başardı. Hala anlamış değilim ama sanırım Hollanda' nın bazı kesimlerinde gerçekten bazı korkular mevcut. Biraz empati yapmaya çalıştığımda PVV nin bu kadar oy almasının sebebinin müslümanların kendilerini dünyaya ne yazık ki yaptığı terör saldırıları ve cinayetlerle tanıtıyor olması yatıyor. 5 yıl önce Theo Van Gogh ' un (Ressam Vincent Van Gogh un kardeşinin torunu) bir müslüman tarafından cinayete kurban gitmesi hala buradaki insanların kafasında. Biz  kendimizi kandırıp duralım dinimiz birbirini sevmeyi, höşgörüyü emreder diye ama gel gör ki pratikte pek de böyle olmuyor. Yapılan terör saldırıları, suikastlar müslümanlığın üzerine kalıyor. Bu söylediklerim kimsenin gücüne gitmesin ama facebookta insanların paylaştıklarını bile görünce bu siddet isteği nasıl ve nereden geliyor diye düsünmeden edemiyorum. Evet her dinin karanlık dönemleri olmuş ama 21. yy da hala  din adına şiddeti savunan insanların olması asıl küfürdür sanırım kendi inançlarına. Neyse şimdi ben kendime biraz iğneyi batırdım ama Hollandalıların PVV ye bu başarıyı yaşatması beni çok üzdü diyerek, bunun ani bir tepki olduğuna, normalde çok büyük çoğunluğun böyle düşünmediğine inanmak istiyorum. Çok sevdiğim Hollandayı çok sevdiğim özgürlükleriyle yaşamak istiyorum.

Read more...

Pazartesi, Mayıs 31, 2010

Dünya Dönüyor

14 Nisan benim doğum günümdü. Posta kutumda resmini gördüğünüz kartı buldum. Berlin' de yaşayan bana kardeşim kadar yakın arkadaşım Candaş göndermiş. Kartpostaldaki resim inanılmaz güzel, huzur verici. Üzerindeki yazı ise bir o kadar anlamlı. Ben de sizlerle paylaşmak istedim.

Buradaki geleneğe göre, doğum günü olan kişi pastasını kendi alır, iş yerindeki arkadaşlarıyla kutlamasını yapar. Ben de aynı şekilde pastalarımı aldım ve hep beraber 1 yaş daha yaşlanmış olmanın eğlencesini yaptık ofıste.

Nicht nur Du wirst alter! Wir sitzen alle im selben Boot.
You are not the only one getting older! We are all in the same boat.
Yaşlanan sadece sen değilsin! Hepimiz aynı teknenin içindeyiz.

Read more...

Çarşamba, Mayıs 05, 2010

Nutrimentum Spiritus*

İlkokuldaydım ilk kütüphane ziyaretimi yaptığımda. Öğretmenimiz tüm sınıfı Salacak sahildeki Şemsipaşa Kütüphanesi'ne götürmüştü. Çok heyecanlıydım bir sürü kitap göreceğim için. Ama benim için tam bir hayal kırıklığı olduğunu hatırlıyorum. Aslında kütüphane çok güzel, asırlık tarihi bir bina (Eski bir külliye) tam denizin yanında harika bir yerde ama kitaplar ahh o kitaplar... Tek hatırladığım sıra sıra siyah kalın kitaplar gördüğümdü. Benim için hiç bir cazibesi yoktu. Tabi aradan yıllar geçti şimdi kimbilir nasıldır, umarım çocuklara kütüphaneleri sevdirecek bir yapıya bürünmüşlerdir. İlk kütüphane ziyaretimi kovalayan yıllarda pek yolum düşmedi bu kitap yuvalarına. Üniversitede ise bayağı aşındırdım kütüphane yollarını, Yıldızdaki Sabancı Kütüphanesi az ama kaliteli kitaplarıyla beni cezbediyordu hep, ama ODTÜ de anladım bir üniversite kütüphanesinden ne beklemem gerektiğini. Günler, geceler geçti o kütüphanede. Bir de Ankara'dayken Türkiye' nin en büyük kütüphanesi olan Milli Kütüphaneyi gördüm. Büyüklük terimini sadece kalıbından kazanıyor maalesef, buraya üye olmak bile insanı bıktıran bir süreçti o zamanlar umarım artık daha iyidir.

Aslında size de özetlediğim gibi benim için kütüphaneler sadece araştırma ya da çalışma amaçlı ziyeret yerleri oldu Türkiye' de yaşarken. Belki de benim hatamdı bilemiyorum ama Amsterdam Kütüphanesini gördükten sonra kütüphanelere bakışım değişti. Avrupanın en büyük kütüphanelerinden birisi. Bazen Amsterdam' ı ziyaret eden arkadaşlarımızı bile buraya getiriyoruz, neredeyse her hafta tünediğimiz bir mekan oldu. Sizi kütüphaneye cekecek her birşey düşünülmüş. Ama biz yetişkinleri bir kenara koyuyorum, çocuklar için ayrılan yeri görmelisiniz. Çocukların renkli kitaplar arasında mutlu mesut hayal alemlerine dalışlarını, yerlere yatıp kitap okumalarını, cıvıldamalarını gördükçe içimden ne "ahhlar" çekiyorum bilemezsiniz. Bu çocuklar, büyüyecekler ve hayatlarının her döneminde kütüphaneyi kendilerine hoş bir mekan belliyecekler, kitaplar okuyacaklar, dünyayı daha güzel hale getirecekler. Yolunuz düşerse ve zamanınız kalırsa bir gözatın buraya. Girişte bir piyano var, ziyaretçiler belli bir süre piyano çalabiliyorlar, o sırada güncel gazete ve dergilerin olduğu bölümde bizler birşeyler okuyor oluyoruz, çocuklar aşağıda kitaplarını karıştırıyorlar, anne babaları yukarıda kahvelerini yudumlayıp, kitaplarını okuyorlar. En üst katta harika bir restoran var, muhteşem Amsterdam manzarasında karnınızı doyurup belki bir dergi karıştırıyor ya da arkadaşlarınızla sohbete dalmış oluyorsunuz, belki de bilgisayarınızı kullanıyorsunuz. Kitaplar arasında kayboluyorsunuz, isterseniz güncel DVD ler veya müzik CD lerinden ödünç alabiliyorsunuz. Akşam güzel bir filmi 1 euroya kütüphanden kiraladığınız DVD den evde seyretme lüksünüz var. Biz tatile bir yerlere gitmeden önce mutlaka kütüphaneyi ziyaret edip "Lonely Planet" kitaplarını toplayıp araştırmalarımızı yapıyoruz. Bazen kitapları da yanımızda götürüyoruz. Yani özetle kütüphane harika bir yer, Hollandalılar kullanmasını bildikleri için kütüphanelerini daha da güzelleştiriyorlar, Türkiye'de de eminin bu konuda daha çok çalışmalar yapılacaktır yeter ki bizler okumayı sürdürüp taleplerimizi iletelim.

*Nutrimentum Spiritus : Food for the soul (Ruhun Gıdası) - Berlin Kraliyet Kütüphanesi Yazıtı

Read more...

Çarşamba, Nisan 21, 2010

Mürekkep Kurumasın

Londra' da metronun her vagonunda en az iki kişiyi mutlaka kitap okurken görürsünüz, bir çoğu da gazetesini okumaktadır. Metronun duvarlarını yeni çıkan kitapların afişleri süsler, yılda yaklaşık 1 milyar kitap satılır İngiltere' de buna rağmen gazeteler okuma alışkanlığını daha nasıl artırırız diye makaleler yazıp durur. 2006 yılında yapılan "Türkiye' nin Okuma Alışkanlığı" projesinden alıntıladığım aşağıdaki bilgiler ise tam anlamıyla moral bozucu. Hele "Dünya Kültür ve Aydınlanma Haritası" ndaki yerimizi görünce oturup ağlayasım geldi. Sapere Aude yazıma devam etmeye gönlüm elvermedi bu istatistikler yüzünden.
 
Türkiye’de kitaba yılda harcanan para 45 sent 
İhtiyaç maddeleri sıralamasında kitap 235’inci sırada
Nüfusun yüzde 40’ı hayatı boyunca hiç kütüphaneye gitmiyor
Gençlerin yüzde 70’i hiç okumuyor
Nüfusun yüzde 95’i televizyon seyrediyor
 
Milli Eğitim Bakanlığı’nca hazırlanan raporda, “televizyon izleme alışkanlığının, özellikle son yıllarda okuma alışkanlığı edinmede en etkin engelleyicilerden” biri olduğu belirtilmiş. Rapora göre, Türkiye’de televizyon izleme süresi dizi filmlerdeki artışa paralel 3.5 saatten 4 saate yükseldi. Bu artışla, ABD ile birlikte en fazla televizyon izlenen ülke konumuna gelen Türkiye, kitaba yatırım konusunda ise dünya ortalamasının yarısını bile yakalayamıyor.
 
Bir Norveçli kitaba yılda 137 dolar, Alman 122 dolar, İsveçli, Avustralyalı ve Belçikalı 100 dolar, ABD’li 95 dolar harcarken, bir Türk yılda kitap için yalnız 0.45 dolar para ayırıyor. Türkiye, bu konuda dünya ortalaması olan 1.3 doların bile çok altında kalıyor.

Raporda, Türkiye ile gelişmiş ülkelerin, kitap okuma oranları da karşılaştırılarak, aradaki “derin uçuruma” dikkat çekilmiş. Bir Japon yılda 25, İsveçli 10, Fransız 7 kitap okuyor. Oranlamaya göre Türkiye’de, 6 kişiye yılda 1 kitap düşüyor.
 
Düşünen nesiller için çocuklarınıza kitap okuma alışkanlığı kazandırın. Okumayan anne babanın okumayan çocukları olur. Siz okuyun, okutun.
 

Read more...

Pazartesi, Mart 29, 2010

Bahçelerde Kereviz

İki haftasonudur sadece ev ve bahçe ile uğraşıp duruyorum, neler yapmadım ki. Bedensel olarak inanılmaz yoruldum ama bu işlerle uğraşmak zihnen beni dinlendiriyor. Çalışmalarımın sonuçlarını aldıkça da acayip mutlu oluyorum. Mart ayı bahçe işleri için önemli bir ay, ağaçlar budanacak, çimenler kesilecek, gübreleme yapılacak, yabani otlar ve yosunlarla mücadele, salyangozlara karşı önlemler, çiçek dikimleri, düzenli sulamalar, ve daha bir sürü teferruat. Tüm bunlara ilaveten bir de bahçemizin vazgeçilmezi köstebeğimiz (kirpi) beliriverdi yine, yaptığım tüm emekler boşa gidecek endişesiyle kendisini bahçemizden uzak tutmak için bir cihaz satın aldım. Dakika başına garip bir ses çıkartan bu cihaz kirpiyi değil de daha çok bizi rahatsız ediyor. Bakalım bir sonuç alabilecek miyim?

Bahçe işlerinin yanında bahar temizliği ve hadi elim deymişken bir de çalışma odamı boyayım dedim. İnsanın evini boyaması çok eğlenceli bir şey. Eve ilk yerleştiğimizde oturma odası ve mutfağı boyamıstık, diğer yerlere dokunmamıştık, şimdi ben çalışma odasından başladım. Sanırım yaşlandıkça babama benziyorum, o da kafasında kurardı şunu bunu yapacağım diye, hiç anlam veremezdim kendini bu kadar yormasına, şimdi şimdi anlıyorum, bu tip işlerle uşraşmak iş yerindeki stresten uzaklaşmanın bir yöntemi. Ben de bir sürü liste yaptım kendime boş vaktim oldukça yapmak niyetiyle. Umarım baharla gelen bu enerjim uzun süre devam eder, bahar çok güzel. 

Tüm bu işlerin yanında çok güzel 3 film seyrettik onları da sizlerle paylaşayım, ne zamandır sinema ile ilgili bir şeyler yazmamışım. Aslı & Ömer sağolsunlar, Amsterdam Türk Filmleri Festivaline, benim en sevdiğim Türk yönetmen olan Fatih Akın' ın "Soul Kitchen" filmine gittik. Yine çok eğlendim, Akın' ın filmlerini çok seviyorum, gitmediyseniz tavsiye ederim. Müzikleri de cabası. Eğer Fatih Akın' ın diğer filmlerini de seyretmediyseniz, mutlaka "Duvara Karşı", "Temmuzda", "Kısa ve Acısız" ve "Yaşamın Kıyısında" filmlerini seyredin. Dün akşam Barış film olarak "Children of Men"i seçti, bu filmi yıllar önce sinemada izlemiştik, anılarımızı tazeledik. Muhteşem bir film, kesinlikle benim en iyi filmler listemde. Ayrıca en iyi aktörlerden biri olarak gördüğüm Clive Owen başrolde. Eğer iyi bir Pink Floyd hayranıysanız filmde bazı ayrıntıları yakalayabilirsiniz. İzleyin. Ve bu sabah kahvaltı filmi olarak "İki Dil Bir Bavul" filmini izledik. Bir Türkiye gerçeğini herhangi bir politik görüşe yer vermeden bizlere sunmayı başaran sade bir film. Özellikle Türkiye' yi İstanbul, İzmir' den ibaret sanıp, kafalarını toprağın altına gömen insanların seyretmesi elzem.

Vee son olarak güzel bir tatil haberiyle yazımı sonlandırayım. Haftaya 3 güzel arkadaşımızla beraber Londra' ya gidiyoruz. 4 gün boyunca altını üstüne getireceğiz en az bir müzikale gideceğiz, Greenwich de zamana meydan okuyacağız, Camden Town' da çiçek çocukları olacağız, Fish&Chips ile karnımızı doyuracağız, ben eski günlerimi anacağım, Barış' cım da 7 yıl evvel yanıma gelememiş olmanın acısını çıkaracak.Yupiii.

Read more...

Çarşamba, Mart 10, 2010

Yalan Dolan Dünya

Siyasi hayatımızın özeti, sadece bizim değil tüm dünyanın . . .


Filler çok geniş vadilerde yaşasalar bile her gün aynı yoldan gidip gelirler­miş. Avcılar bilirmiş bunu... O yüzden fillerin geçeceği yolu derince kazar, üze­rini ince bir tabakayla örter ve kafilenin en önündeki filin tuzağa düşmesini sağlarlarmış.

Avcilar sonra siyah giysiler içinde yüzleri kapalı olarak gelir, çukurda çırpınan fi­li kırbaçla dövmeye başlarlarmış. Bir­kaç gün file hiç yiyecek vermeden sürermiş bu işkence...

Birkaç gün sonra aynı avcılar, bu kez beyaz giysiler içinde gelir, file sevdi­ği yiyecekleri getirir, karnını doyurur, besleyip okşarlarmış.

Böylece kendilerine alıştırdıkları fili çukurdan çıkarır, hortumundan tutup ya bir sirke ya da çalışacağı yere götü­rür, ölünceye kadar işlerinde kullanır­larmış.

Read more...

Cumartesi, Şubat 27, 2010

Mr. Brown

Genelde yurt dışında çalışmak/yaşamak ile ilgili iki farklı tepkiyle karşılaşıyorum Türkiye' deki tanıdıklarımdan. Tam olarak olmasa da aşağı yukarı şöyle;
  • Ne vardı da bırakıp gittin güzelim ülkeni, işini, çevreni?
  • İyiki gittin, buralar iyice kötüleşiyor.
Türkiye dışında yaşayan, çalışan tanıdıklarımdan da benzer şekilde aşağıdaki gibi yorumlar alıyorum;
  • Hiç iyi etmedik Türkiye' yi bırakıp gelmekle, en yakın fırsatta döneceğiz
  • Çok iyi bir karar vermişiz gelmekle, şimdi herşey çok farklı
Yani anlayacağınız, her konuda olduğu gibi kişiye göre olayların yorumu değişik olmakta. Yaklaşık 3 yıldır Hollanda' da yaşıyorum, 6 ay İngiltere' de yaşadım. Sanıyorum yurtdışında yaşamak ve çalışmak ile ilgili yorum yapabilecek, bilgi verebilecek kadar tecrübeye sahibim. O nedenle yurtdışında yaşamanın avantaj ve dezavantajlarını görüp karar vermek isteyen kişilere faydalı olmak adına, tamamen kendi yorumlarımla süslü  olarak bilgiler vermek için yeni bir başlık açıyorum. "Expat Olmak" etiketiyle bu konuyu takip edebilirsiniz. En sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim, ben "iyiki gelmişiz" diyenlerdenim, ama Türkiye' de yaşamanın da bir çok avantajını görüyorum o nedenle olabildiğince iki tarafın da iyi ve kötü yönlerini kendimce göstermeye gayret edeceğim. İlk konumuz Mr. Brown gibi çok basit ama bence çok önemli bir konu!

ODTÜ' de "Bilgisayar Koordinatörü" olarak çalışırken karşılaşmadım ama ardından "Yazılım Mühendisi" olarak görev yaptığım sırada kapıdakı görevli "Günaydın Tekin Bey" deyiverdi. Daha önce hiç kimseden bey lafını duymadığım için çok garibime gitmişti, hele de bu lafı söyleyen kişi yaşça benden bir hayli büyük olunca bayağı bir afallamıştım. Ben ise iş hayatım boyunca müdürlerime hep "Bey" diye hitap eder olmuştum ve bunda hiç bir yanlışlık görmüyordum, ne de olsa benden rütbelilerdi! Yaşın önemi yok herşey kademe meselesi. Ahmet Bey, Mehmet Bey, Ayşe Hanım böyle sürüp gitti ta ki 2002 yılının Eylül ayında İngiltere de çalışmaya başlayana kadar. İlk gün kabus gibiydi, insanlara nasıl hitap edeceğimi bilemeden "Good Morning Mr. Brown" deyip duruyordum. Herkes gülüyordu bu Orta 1 ingilizce kitabından çıkmış cümleyi duyunca. 2-3 ayımı aldı insanlara isimleriyle hitap etmeye başlamam. Çok garip geliyordu ama öyle işte herkese istisnasız herkese adıyla hitap ediyordum. Bu inanılmaz önemli bir davranış. Saygıyı senin pozisyonun belirlememeli, yaptığın iş sana saygı duyulmasını sağlamalı. Ve bu saygı hitap şekli ile değil seni dinleyerek gösterilmeli.  Bu yüzdendir sanıyorum yurtdışında "yatay"  kariyer yapabilme olanağın varken Türkiye' de kariyer "dikey" olarak ilerlemekte genelde. Mezun olursun 2 yıl çalışırsın, özel odan, telefonun masan olur, sonra müdür sonra direktör olursun gitgide sana "Bey" diye hitap eden, yanında el pençe divan duran insanlar artar ve bu böyle sürer gider, sen de gitgide kendini üstün hissetmeye devam edersin. Burada ise ben kendimi diğer insanlardan, müdürlerden, direktörlerden farklı hissetmiyorum, onlarla konuşurken yanlış birşey dermiyim, saygısızlık eder miyim diye düşünmüyorum. Tamamen kendim gibi davranıyorum. Bu güzel bir şey değil mi? Burada başbakanın senden daha farklı biri olmadığını bilmek, insan olduğunu, senin gibi tuvalete gittiğini, uyuduğunu, ağladığını bilmek, hissetmek hoş değil mi? Size komik geliyor olabilir ama ben biliyorum ki bir çok insan bir çok lidere/yöneticiye/sanatçıya insan üstü gözle bakmakta. Elbette şimdi batı/doğu kültürü vs gibi bir çok detayı altında barındıran bir farklılık ama bence önemli. Türkiye' deki bir çok yöneticinin kendilerini diktatör sanmasına sebep olan bir farklılık. İnsanların okul, iş, özel hayatlarını etkileyen bir farklılık. Tabi çocukluktan beri asker gibi yetiştirildiğimiz için, "Saygı" konusu bizler için insanlara kazanılmadan gösterilmesi şart koşulan bir olgu durumuna geliyor. Kurtulmak da bir o kadar zor.

Bir sonraki yazıma kadar hoşçakalın benim saygıdeğer okurlarım.

Read more...