"I should not talk so much about myself if there were anybody else whom I knew as well." - "Eğer bir başkasını daha iyi tanıyor olsaydım, kendimden bahsetmezdim." - Henry David Thoreau

Pazar, Aralık 24, 2006

Türk Edebiyatının Gamlı Prensesi

Uzun zamandır Tezer Özlü hakkında birkaç şey yazmayı düşünüyordum, kısmet bugüneymiş artık. Türk edebiyatında kesinlikle çok önemli bir yerde olan bu kadının kısacık hayatına sığdırdıkları sizleri hayrete düşürecektir. Kitapları blogumda pek çok kez yinelediğim bazı temaların derinlerine inen eserlerdir, gözardı etmeyin, mutlaka okuyun. Onun bizden biri olması, bu coğrafyadan çıkması, inanılası zor bir durum. Özellikle Yaşamın Ucuna Yolculuk kitabını mutlaka edinin ve okuyun. Böyle bir kitabı herkes yazamaz, siz okurlarından olun. Ne demek istediğimi anlayacaksınız.

Tezer Özlü (1943-1986), 10 Eylül 1943'te Simav'da doğdu. Anne ve babasının görevleri nedeniyle çocukluğu Simav, Ödemiş ve Gerede'de geçti. "Dört bin nüfuslu bir Anadolu kasabasında dünyaya bakmayı öğrendim. Altı yaşındaydım. Dünyanın sonsuz büyüklüğünü hissettim ve gitmem, çok uzaklara gitmem gerektiğine inandım..." diye anlatır o günlerini.

Yaşarken yayımladığı üç "farklı" kitabıyla edebiyatımızın çok erken yaşta yitirdiği en özgün kalemlerden biri oldu. Avusturya Kız Lisesi'nde okudu. İlk kitabı olan Eski Bahçe'yi, (1978) 1963'ten beri dergilerde yayımlanan öykülerinden oluşturdu. İlk romanı Çocukluğun Soğuk Geceleri (1980); kişinin, çocukluğundan başlayarak içine düştüğü yaşamın, kimi zaman fiziksel-kaba, kimi zaman inceltilmiş-dolaylı baskılarıyla karşı karşıya kalışını ve yaşadığı ya da "yaşamasına izin verilmek istenmeyen" farklılığını ve uyumsuzluğunu son derece sarsıcı ve incelikli bir biçimde, "teninde duyarak" işledi. Özlü, yaşamın anlamını arayan ve bu arayışı hayranlık duyduğu üç yazarın (Svevo, Kafka ve Pavese) izlerini ve izleklerini de sürerek sürdüren ikinci roman/anlatısını ise 1983'te Auf den Spuren eines Selbstmords (Bir İntiharın İzinde) adıyla yazmış; yapıt 1983 Marburg Yazın Ödülü'nü kazanmıştı. Bu kitap, daha sonra dilimizde, yazarı tarafından Yaşamın Ucuna Yolculuk (1984) adıyla bir anlamda yeniden yaratıldı. Özlü'nün ölümünün ardından; ilk öykü kitabı, daha sonra yazdığı öykülerle bir arada Eski Bahçe - Eski Sevgi (1987) adıyla basılmış; Gergedan dergisi 13. sayısında yazarın adına özel bir "fotobiyografi" yayımlamış; kimi günce ve anlatı parçaları ise Kalanlar (1990) adlı küçük bir kitapçıkta toplanmıştı.

"Pavese, Franz Kafka, Svevo izleri taşıyan; yazdığı her satırda acısını haykıran, zehirli doğan ve bu zehiri satırlarına aktaran, dünyaya karşı umutsuzluğunu, uyumsuzluğunu haykıra haykıra kendi ölümünü seçen, türk edebiyatının en iyi kalemlerinden, hayran olunası kadın . . ."


Aşağıda, kitaplarından bazı alıntılar yaparak bu muhteşem kadının edebiyat dünyasına bıraktıklarını sizlerle paylaşıyorum. Yalnız dikkatli olun, derinlere tüpsüz dalış yapıp vurgun yeme ihtimaliniz var.

(...) daha güzel yaşam diye bir şey yok, daha güzel yaşamlar ötelerde değil, daha güzel yaşam başka biçimlerde değil, güzel yaşam burada, Taksim alanı'nda, turşu, pilav, simit, çiçek, kartpostal satan, ayakkabı boyayan siyah kalabalık içinde, trafik tıkanıklığından yürümeyen arabalar, egzoz kokusu, alana yayılan sidik kokusu, gözlerimiz, duygularımız önünde açılan bu kara kalabalıktan başka yerde, daha başka bir biçimde bir güzel yaşam yok!

Şunu öğrenmelisin : Sen hiç bir işe yaramaz değilsin. Seni senden çalan toplumdur.

Kültür bir şeye cesaret edebilme sorunudur. Okumaya cesaret edebilme, bir görüşe inanmaya cesaret edebilme, görüşlerini açıklayabilme cesaretidir. Kültür, insanlık uğraşısının üst yapısı değil, temelidir.

ama insanın gerçek yeteneğini, tüm yaşamını, kanını, aklını, varoluşunu, verdiği iç dünyasının olgularının sizler için hiçbir değeri yok ki . . . bırakıyorsun insan onları kendisiyle birlikte gömsün. Ama hayır, hiç değilse susarak hepsini yüzünüze haykırmak istiyorum. Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla hiç bağdaşan yanım yok, aranızda dolaşmak için giyiniyorum, hem de iyi giyiniyorum, iyi giyinene iyi yer verdiğiniz için, aranızda dolaşmak için çalışıyorum, istediğimi çalışmama izin vermediğiniz için, içgüdülerimi hiçbir işte uygulamama izin vermediğiniz için, hiçbir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum, birşey yapıldı sanıyorsunuz, yaşamım boyunca içimi kemirttiniz, evlerinizle, okullarınızla, işyerlerinizle, özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz, ölmek istedim, dirilttiniz, yazı yazmak istedim, aç kalırsın dediniz, aç kalmayı denedim, serum verdiniz, delirdim, kafama elektrik verdiniz, hiç aile olmayacak insanla biraraya geldim, gene aile olduk, ben bütün bunların dışındayım . . .

sordukları zaman, bana ne iş yaptığımı, evli olup olmadığımı, kocamın ne iş yaptığını, ana babamın ne olduklarını sordukları zaman, ne gibi koşullarda yaşadığımı, yanıtlarımı nasıl memnunlukla onayladıklarını yüzlerinde okuyorum, ve hepsine haykırmak istiyorum; onayladığınız yanıtlar yalnız bir yüzey, benim gerçeğimle bağdaşmayan bir yüzey, ne düzenli bir iş, ne iyi bir konut, ne sizin "medeni durum" dediğiniz durumsuzluk, ne de başarılı bir birey olmak, ya da sayılmak benim gerçeğim değil. Bu kolay olgulara, siz bu düzeni böylesine saptadığınız için ben de eriştim. Hem de hiç bir çaba harcamadan, belki de hiç istediğim gibi çalışmadan, istediğiniz düzene ayak uydurmak o denli kolay ki . . .

benim en büyük mutluluğum her şeyden kaçmak; tüm çocuklardan, tüm acılardan, tüm sevgilerden, tüm orgazmlardan, tüm gecelerden, tüm günlerden, her hilal aydan, her ülkeden . . . ben her gece ölüyorum, her sabah yeniden canlanıyorum, her yirmidört saatlik zaman dilimi hem ölüm hem yaşam aynı zamanda . . .

Dünyanın acısı olmasaydı taze yeşil yapraklar üzerindeki güneş ışınlarının anlamı olmazdı.

İki insanın sarılarak geçirdiği bu sarsıntı, özü olmalı evrenin . . .

İnsanın kendi dünyası dışında yaşayacağı bir dünya yoktur.

Her sevginin başlangıcı ve süreci, o sevginin bitişinin getireceği boşluk ve yalnızlık ile dolu. Belirsizlikler arasında belirlemeye çaliştığımız yaşam gibi. Sevgi isteği, kendi kendine yaşamı kanıtlama dileği kadar büyük. Belki kendilerine yaşamı kanıtlamaya gerek duymayan insanlar, sevgileri de derinligine duymadan, acıya dönüştürmeden yaşayıp gidiyorlar.

Her varoluş kendisiyle birlikte ölümü getirmiyor mu?

İnsanın başkalarına söyledikleri kendi duymak istedikleridir. yazdıkları, okumak istedikleridir, sevmesi, sevilmeyi istediği biçimdedir.

Pazar günleri... Şimdilerde... Sokak aralarından geçerken... gözüme pijamalı aile babaları ilişirse, kışın, yağmurlu gri günlerde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim... evlerin pencere camları buharlaşmışsa... odaların içine asılmış çamaşır görürsem... bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyolardan naklen futbol maçları yayımlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara dek yansıyorsa, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek. . . isterim hep.

İnsan yaşamının en mutlak, en önemli olgusu sevilen bir insanı özlemek, istemek. Onun yanındayken de özlemek, istemek. Oysa yaşam genellikle insanın bir başına kalması.

Ve yaşam yalnız rüzgar, yalnız gökyüzü, yalnız yapraklar ve yalnız hiç degil mi?

Read more...

Çarşamba, Kasım 29, 2006

Tekin' in Oscarları

Arkadaşlar arasında hep konuşuruz en çok sevdiğimiz 10 film nedir, en sevdiğimiz aktörler vs. Hep tartışırız, ben de kendi oscarlarımı dağıtmak, bunları blog umda yayımlamak niyetiyle bu yazıyı yazdım. Sıralamayı yapmak benim için zor oldu, ancak en iyi film, en iyi aktör/aktris ve en iyi yönetmen kategorilerinin en tepesindeki isimler konusunda hiç zorlanmadım, bunlar (Fight Club, Kevin Spacey, Quentin Tarantino) herhalde hiç bir zaman değişmeyecekler.

Bir de bazı yönetmenler benim için çok değerliler, onların hemen hemen her filmi benim için burada hazırlamaya çalıştığım listede bulunası filmlerdir, ancak bu durumda listeye diğer filmleri koyamayacağımdan bu yönetmenlerden sadece bazı filmleri aldım listeye. Mesela Kubrick filmleri. Ama Tarantino için böyle bir kısıtlamaya gerek duymadım, duymamalıydım da :).

Yazının sonuna bir de en iyi korku filmlerini ekledim ki benim gibi korku filmi hastası birisinin kesinlikle yapması gereken bir liste bu. Listede çoğunlukla eski tarihli filmler var. 80 li yılların korku filmlerinin kalitesini bugün yakalayan film sayısı çok az ne yazıkki. Nerede o eski korku filmleri demekten alamıyorum kendimi. Neyseki son yıllarda Japon korku filmleri bana eski korku filmlerinde bulduğum tadı veriyor. Aslına bakarsanız şimdi o eski korku filmlerini seyrettiğimde biraz şaşırıyorum, çünkü pek korkmuyorum. Herhalde o zamanlar bana o efektler, görüntüler, sesler çok korkutucu geliyordu, şimdi pek etkilenmiyorum. Mesela aşağıdaki listede göreceksiniz, bir Evil Dead filmini seyrettikten sonra haftalarca geceleri uyuyamadığımı bilirim. Şimdi izlediğimde ise gülüp geçiyorum. En son korkma hissini bana Ring serisi yaşattı sağolsun. Epey bir etkiledi beni, tabii bunda o dönemler İngiltere de kocaman bir evde kalıyor olmamın, bu evde kaldığım odada filmde kullanılan aynaya tıpatıp benzer bir aynanın bulunmasının ve filmden sonra konu ile ilgili internette çok fazla araştırma yapmış olmamın da etkisi vardır.

Fight Club bence tüm zamanların en iyi filmi. Bir daha böyle bir film olmayacak. Oyunculuklarından tutun da filmin verdiği mesajlara kadar herşey mükemmel bu filmde. Filmin içinde verilen mesajlar hayat felsefeniz olabilir. Ve sahip olduklarınız sonunda size sahip olabilirler.

En İyi Film
  1. Fight Club - Dövüş Kulübü (1999)
  2. Clockwork Orange - Otomatik Portakal (1971)
  3. Pulp Fiction - Ucuz Roman (1994)
  4. The Usual Suspects - Olağan Şüpheliler (1995)
  5. Mulholland Dr. - Mulholland Çıkmazı (2001)
  6. Closer - Daha Yaklaş (2005)
  7. Reservoir Dogs - Rezervuar Köpekleri (1992)
  8. Amores Perros - Paramparça Aşklar Köpekler (2000)
  9. Trainspotting - Trainspotting (1996)
  10. Kill Bill 1,2 - Kill Bill 1,2 (2003-2004)
  11. Old Boy - İhtiyar Delikanlı (2003)
  12. Donnie Darko - Donnie Darko (2001)
  13. American Beauty - Amerikan Güzeli (1999)
  14. Crash - Çarpışma (2004)
  15. Requiem for a Dream - Bir Rüya için Ağıt (2000)
  16. Sin City - Günah Şehri (2005)
  17. The Big Lebowski - Büyük Lebowski (1998)
  18. Gegen Die Wand - Duvara Karşı (2004)
  19. Amelie - Amelie (2001)
  20. Lock, Stock and Two Smoking Barrels - Ateşten Kalbe, Akıldan Dumana (1998)
Linda Blair' in şu bakışları insanı titretmeye yeter emin olun. Ne zaman seyredersem seyredeyim her daim bir ürkme duygusu bırakır bende bu "Şeytan" filmi. Film o yıllarda o kadar tutmuştu ki bir türk versiyonu dahi çekilmişti Şeytan adıyla. Başrolünde Cihan Ünal oynuyordu. Türk versiyonunda elbette ki İslam motifleri hakimdi filmin bütününe, yani kutsal suyun yerini zemzem suyu almıştı ve şeytan çıkartma işini bir imam yapıyordu. Türk versiyonu bile zamanında beni korkutmuştu, düşünün artık bu filmin korkunçluğunu. Sadece ben değil tüm otoriteler bu filmin gelmiş geçmiş en korkunç film olduğunda hemfikirler.

En İyi Korku/Gerilim Filmi
  1. The Exorcist - Şeytan (1973)
  2. The Ring (2002) / Ringu (1998) - Halka
  3. The Shining (1980)
  4. Saw - Testere (2004)
  5. Dawn of the Dead - Ölülerin Şafağı (1978)
  6. Evil Dead - Şeytanın Ölüsü (1981)
  7. A Nightmare on Elm Street - Elm Sokağında Kabus (1984)
  8. Alien - Yaratık (1979)
  9. Friday the 13th - 13. Cuma (1980)
  10. Halloween - Korku Gecesi (1978)
Elbetteki benim için Tarantino bir idol, yaptığı her film bir baş yapıt, adının geçtiği her film beni heyecanlandırır, sabırsızlandırır. Uma Thurman ı, Michael Madsen i bizlere kazandıran kişidir. Rezervuar Köpekleri ni defalarca seyredip oradaki diyalogları ezberlediğimi bilirim. Bir katilin bir polisin kulağını kesmesini bu kadar güzel izleyiciye izlettirebilen bir başka yönetmen daha bulamazsınız. Filmlerindeki bir çok sahneye zaman içinde bir çok filmden atıflar yapılmıştır. Filmlerinde seçtiği müzikler izleyiciyi yerine mıhlatır her zaman. İyi ki varsın, ne diyeyim.

En İyi Yönetmen
  1. Quentin Tarantino
  2. Alfred Hitchcock
  3. Stanley Kubrick
  4. David Lynch
  5. Takashi Miike
  6. Luc Besson
  7. David Fincher
  8. Fatih Akın
  9. Alejandro González Iñárritu
  10. George A. Romero
En İyi Aktör/Aktris
  1. Kevin Spacey
  2. Meg Ryan
  3. Clive Owen
  4. Brad Pitt
  5. Johnny Depp
  6. Edward Norton
  7. Uma Thurman
  8. Jeff Bridges
  9. Naomi Watts
  10. Julianne Moore
Kevin Spacey benim en beğendiğim oyuncudur, daha bir film yoktur onun oynadığı ve benim beğenmediğim. Oyunculuk dersen oyunculuk, karizma dersen karizma , sanki oyuncu olmak için doğmuştur kendisi. Sadece sesi bile yeter bir filmi izlenebilir kılmak için. Elbette Meg Ryan dan da bahsetmeden olmaz. Dünya üzerindeki en masum gülüşlerden birine sahiptir kesinlikle. Sadece o gülüşüyle listeme 2. sıradan girdi.

Read more...

Perşembe, Kasım 16, 2006

Iso - Kiki

Siz ne tatlı kediciklersiniz, bir anda hayatıma giriverdiniz. Efendim sizi bu yumaklarla tanıştırayım; kız olanın adı ISO, erkek olanın ise KİKİ. Nereden çıktı bu isimler derseniz de, yazılım grubumuz ISO sertifikasını aldığı günün akşamı bizim aileye katıldığı için ISO ismini aldı kızım, KİKİ ise bir Almodovar karakterinin ismiyle bütünleştirildi Barış tarafından.

Çok akıllı ve uslu olduklarını söyleyebileceğim kedilerimizin annesi bir Ankara kedisi. Bu nedenle bu çocukların da annelerinden miras kürkleri var. Soğuk kış gecelerinde ayaklarımızı ısıtmak için kullanıyoruz. KİKİ inanılmaz uslu, ne yapsan ses çıkartmaz, hemen kuyruğunu bacaklarının arasına kıstırıp büzülür ve kaderine razı olur. Ama ISO atalarının ruhunu evimizde yaşatmak için elinden geleni yapıyor, birazcık kızsanız ona hemen hırçınlaşır hatta çok sevilmeye de gelemez hemen pençelerini çıkartır ve patronun kim olduğunu size hissettirir. Oyun oynamaya bayılırlar ve en sevdiği oyuncakları pinpon topudur, verin önlerine bir pinpon topunu saatlerce koştursunlar, onları görünce ben de onlara katılıyorum ve beraber top oynuyoruz evin içinde. Hastasıyım onların, valla işte kaybettiğim enerjiyi onlarla oynayarak geri aldığımı hissediyorum. Hele işten döndüğümde asansörün kapısını açar açmaz evin kapısına gelip kapıyı tırnaklamaları ve beni karşılamaları bitirir beni inanın.

Kedilerin istedikleri birşey olmadığında nasıl ağladıklarına inanamazsınız, yani o hüzünlü miyavlama sesini duyup yumuşamamanız imkansızdır. Erkeklerle kadınlar arasındaki kavgalarda kadının gözyaşları karşısında erkeğin savunmasız kalmasına benzer kedinin yalvarışları karşısındaki acizliğiniz.

Güzel şeydir hayvan sevgisi, onsuz büyüyen çocukların tabiatın insana yüklediği sorumluluğun farkına varması çok kolay olmayacaktır. Kar yağdığında balkona kuşların beslenmesi için ekmek kırıntısı döküyorsanız ne demek istediğimi anlayacaksınız. Hayvanları ve doğayı sevin.

Read more...

Perşembe, Eylül 21, 2006

Çeşm-i Cihan

Bu yaz bana çok uzun geldi. Uzun zamandır tatile çıkmadım ve bu sene ağustos sonu olarak belirledim iznimi. Ancak anladım ki bu yoğun tempoda insan arada dinlenmeye ihtiyaç duyuyor. Biz de Barış ve Sevgi ile beraber Amasra’ya gitmeye karar verdik. Aslına bakarsanız en az 3 yıldır Amasra ve Safranbolu ya gitmeyi düşünüyorduk ancak bir türlü zaman ayırıp da gidememiştik. Ama bu hafta sonu her şey mükemmel olacaktı. Arabaya atladık ve güzel bir yolculuk yaptık Amasra ya kadar. Araba ile gitmek çok hoş oluyor çünkü istediğimiz yerde durabilme özgürlüğüne sahip olabiliyoruz. Nitekim Mengen de bir mola verip çorba içme lüksüne sahip olduk. Ancak açıkçası pek beğenmedik belki de yanlış bir yer seçtik Mengen yemeklerinin lezzetini tatmak için.

Amasra’ ya vardığımızda en başlıca sorunumuz yer bulamamak oldu. Tüm otel ve pansiyonlar doluydu neredeyse uzun aramalarımız sonucunda güzel bir otelde güzel bir yer bulduk ve yerleştik. Sonra plaja Sevgiyi bıraktık ve Amasra’ yı keşfe çıktık. İnanılmaz hoşuma gitti Amasra. Çok güzel bir tarihi dokusu var, Venedikliler zamanından bu yana etkileyici izler bırakmış Amasra Limanı. Yaptığımız tekne turu tüm tarihi gözlerimizin önüne serdi, güneşin batışı insanı bambaşka yerlere götürüyor hele de sevdiğiniz yanınızdaysa benden söylemesi. Akşam elbette herkesin önerdiği Canlı Balık ta yedik yemeğimizi. Epey bir zor oldu aslında yer bulmak ama beklememize kesinlikle değdi doğrusu. Balık ve Amasra salatası, eee tabi rakısız olmaz :).

Ertesi gün sabah erkenden kalktık ve Amasra’ nın meşhur Çakraz plajına doğru yola koyulduk. Arabanız olunca işte böyle çevreyi dilediğiniz gibi dolaşabiliyorsunuz. Amasra-Çakraz arası 15 km. Karadeniz’ in doğa ile bütünleştiği, yeşil ve mavinin tonlarının iç içe olduğu, berrak denizi, tertemiz kumsalı, doğallığını kaybetmemiş yapısıyla keşfedilmeyi bekleyen bir yer Çakraz. Kafa dinlemeye hele ki sevg
iliyle gitmeye en uygun yerlerden birisi, sakin inanılmaz sakin bir yer. Küçük bir kumsal ve kumsalın arkasında pansiyonlardan ve köyden oluşan Çakraz’ ın güzel denizinde biraz yorgunluk attıktan sonra tekrar Amasra’ ya döndük. Çeşm-i Cihan da yemek molası verdik ama ne yalan söyleyeyim dün Canlı Balık ta yediğimiz balıkların tadını kesinlikle tutmaz Çeşm-i Cihan. Neyse sonra Safranbolu’ ya doğru yola koyulduk. Tarihi ve mistik dokusu ile batı Karadeniz bölgesindeki gezilesi bir yer Safranbolu. Ülkemizin bu kadar güzel mekanları, gezilecek yerleri var biz bunlara sahip çıkmıyoruz, sahip çıkmak bir yana bu tip yerlerin varlığından bile haberdar olmuyoruz kimi zaman! Mesela Safranbolu’ nun UNESCO tarafından dünya koruma kenti ilan edilmesinin önemini buraya gidince daha iyi anladım. Safranı bol olan bu şirin beldemizde safranın kilosunun 10 milyar ettiğini de öğrenmiş oldum :). Akşam yemeğimizi burada yedikten sonra Ankara’ ya, bizi bekleyen boşluğa doğru yola koyulduk.

Read more...

Salı, Eylül 19, 2006

Gezdim, Durdum

Uzun zamandır yazı yazmıyorum buraya ama tüm yaz Ankara' da kaldığım için Ağustos sonu ve Eylül başlarında bunun acısını çıkarttım. Önce haftasonu için Amasra' ya gittik, ardından bir haftalık bir tatil yapıp, Şarköy, Gökçeada ve Bozcaadayı gezdik, inanılmaz güzeldi, özellikle Bozcaada harika bir yer. Eylül' ün ilk haftası Amerika' daydım. Bir hafta iş için Austin/Texas ve ardından 1 hafta tatil için NewYork, ve donüşte bir günlük Londra ziyareti. Yepyeni dostluklar, anılar, heyecanlar. Yazacak çok şey birikti anlayacağınız, bu seyahatlerim ile ilgili yazılarımı en kısa zamanda siteye yükleyeceğim resimleriyle beraber. Yakında görüşmek üzere.

Read more...

Salı, Ağustos 01, 2006

Basitleştir, basitleştir, basitleştir

Barış ile ilk çıkmaya başladığımız dönemlerde dağcılık bana çok uzak geliyordu. Yani düşünüyordum ne gerek var bunca zahmete, ızdıraba diye. Fakat geçen yıllar beni bir çok konuda olduğu gibi dağcılığa bakışımı da değiştirdi. Burada dağcılıkla ilgili ahkam kesecek kadar kendimi yeterli görmüyorum, ama gözlemlediğim kadarıyla böyle uğraşları olan kişilerin hayata bakış açılarının bir çok insandan daha farklı ve doğru olduğunu düşünüyorum. Onlarda zoru başarabilme yetisi var kesinlikle. Dağa gittiğinizde bunu hissediyorsunuz zaten. Orada anlıyorsunuz ki hayatta sadece karnınızı doyurmaya, barınmaya ve sevmeye ihtiyacınız var. Bu dünyada aslında temelde herşey o kadar basit ki, bazı kavramları kafamızın içinde çok büyütüyoruz. Üstesinden gelemeyeceğimiz hiç bir engel yok kendimizden başka. Bir şehir hayatı var sizin yaşamak zorunda olduğunuzu hissettiğiniz ama her zaman bilinçaltınızda bir kaçış planı oluşturduğunuz ve de bu değişimi yapabilecek cesareti hiç bir zaman kendinizde bulamayacağınız. Hayaller kuran, buralardan uzaklaşmak, kaçıp kurtulmak isteyen, sanki böyle bir imkan yokmuş gibi de iç çekip duran insanlardan oluşan topluluklar size yabancı değillerdir eminim. Ben mühendisim ve çevremdeki bir çok insan gibi realist düşüncelere sahip(t)im. Yani nedir bu realist düşünce, iş hayatında başarılı olmak zorundasın, para kazanacak, kazandığın paraları biriktirecek, hayalin olduğunu düşündüğün bir geleceğe sahip olmak için daha çok çalışacak, çalışacak ve çalışacaksın. Sonra bir bakacaksın ki uğruna feda ettiğin gençliğin sana çocuklarına anlatacak bir çok "keşke" ler bırakmış. Ehh elbette bunun yanında en az bir ev ve bir araba da tesellisi, tümden gelim yaparsak, hangisini feda etmeyi isterdiniz, malvarlığınızı mı yoksa "keşke"lerinizi mi?

Şimdi böyle bir girişin elbette bir nedeni var, sizlere bir düşünürden bahsetmek istiyorum, ve eğer benim gibi düşüncelere sahipseniz mutlaka edinmeniz gereken bir kitaptan. Henry David Thoreau - Doğal Yaşam ve Başkaldırı.

Hayat dusturu "basitleştir, basitleştir, basitleştir" olan ve hayatının bir döneminde şehirden kaçıp, Walden gölü kıyısında inzivaya çekilen ve aynı adlı ünlü kitabını burada kaleme alan Henry David Thoreau, kitabın bir yerinde beyaz adamla kızılderilinin “ev” ve “sahip olmak” kavramlarına yaklaşımını karşılaştırır. Beyaz adam için, içinde her türlü konfora, her çeşit elektirikli ev aletine, en iyisinden mobilyalara sahip evlerde yaşayabilmek çok önemlidir. Öyle ki, hayatının yarısını bu uğurda harcamaktan tereddüt etmez. Hep daha iyi, daha büyük, daha lüks bir eve sahip olmak için çalışır, didinir, para biriktirir ve bir anlamda ömrünün yarısı bununla geçer. Oysa “asıl vahşi” diye nitelendirilen kızılderili, herhangi bir yerde rahatlıkla kurabileceği çadırını sırtında taşıyabilir ya da onun için gerekli basit malzemeleri gittiği her yerde rahatlıkla bulabilir. Onun evi, o anda yaşamak istediği herhangi bir ova, orman, su kenarı, dağ, her yer olabilir. Thoreau, doğayla muazzam bir uyum yakalamış kızılderiliyi, sahip olduğumuz en iyi, en konforlu, en büyük evlerden birine getirsek ve bu evi ona vereceğimizi, ancak karşılığında da hayatının yarısını vermesi gerektiğini söylesek acaba ne gözle bakar bize diye sormaktan kendini alamaz. Bu noktada hangimizin daha akıllı olduğunu kestirmek çok zor. Bugünün koşullarında elbette bir kızılderili gibi yaşamak mümkün değil, Thoreau’nun zamanında bile mümkün değildi, ancak burada önemli olan, basit bir kavram üzerine bile hayatı ne kadar farklı algılayabileceğimiz, ve delilikle normalliğin sınırlarının çok göreceli olduğu.

Aslında Thoreau' nun Sivil İtaatsizlik konusunda söylemleri ile ilgili de birşeyler söylemek, alıntılar yapmak istiyorum, ama onun için ayrı bir başlık açacağım yakında burada.

I went to the woods because I
wanted to live deliberately...
I wanted to live deep and suck
out all the marrow of life!
To put to rout all that was not life...
And not, when I came to die, discover
that I had not lived...

ormana gittim
çünkü bilinçli yaşamak istiyordum
hayatı tatmak ve yaşamın iliğini özümsemek istiyordum
yaşam dolu olmayan herşeyi bozguna uğratmak
ve ölüm geldiğinde farketmemek için hiç yaşamamış olduğumu

Read more...

Salı, Temmuz 11, 2006

Platini vs Arconada

Bir dünya kupasını daha geride bıraktık. Şampiyon İtalya oldu. Dünya kupası başladığında Candaş şampiyonun İtalya olacağını söylediğinde gülmüştüm. Ama top yuvarlaktı. İtalya 4. kez dünya şampiyonluğunu elde ettiğinde ardında Zuzu nun kırmızı kartlık kafa vuruşu konuşulur olmuştu. Ne saçmalık. Dünyanın en iyi futbolcusu bu tip hareketler yaparsa biz kimden ne bekleyelim.

Her 4 yılda bir gerçekleştirilen bu organizasyon başlamadan haftalar önce insanlar yorumlar yapmaya, birbirlerini heyecanlandırmaya başlarlar ama ben her geçen dünya kupası heyecanımı yitirdiğimi düşünüyorum. "Nerede o eski dünya kupaları" diyerek bir anlamda da yıllar önce babalarımızın söylediği cümleleri sarfediyorum. Ama ne bileyim gerçekten de tadı tuzu olmuyor artık sanki. Eskiden futbol takımlarının çoğunun kadrosunu ezbere bilirdik, futbolcuların çıkartma albümlerini yapardık, top oynarken onların isimlerini kullanırdık hep. Mesela ben Hollandayı her zaman çok severdim, top oynaren "Ronald Koeman" olurdum hep, toplara inanılmaz sert vururdu, o ne zaman serbest vuruş kullanacak olsa heyecandan yerimizde duramazdık. İspanya, Almanya, Brezilya, İtalya ne takımlardı, şimdi öyle değil sanki. Futbol tarihinde en unutamadığım maç 1984 avrupa şampiyonluğu finalidir. İspanya ile Fransa oynuyor. İispanya'da kalede arconada. O güne kadar inanılmaz maçlar çıkartmış ve İspanya' yı finale taşımıştı. Fransa lehine verilen bir penaltı ve topun başında Platini, top barajı geçtiğinde spiker "Arconada topu" aldı derken koltuk altından geçen top ve ardında şampiyon Fransa ve ağlayan Tekin' i bırakıyordu.

Bu arada 2006 Almanya' nın ardından bu organizasyonu yaklaşık 16 yıl Avrupa kıtasında göremeyeceğiz maalesef. FIFA nın planlarına göre turnuva aşağıdaki programa göre gerçekleşecek;

2010 - güney afrika cumhuriyeti
2014 - güney amerika
2018 - asya
2022 - avrupa

Read more...

Cuma, Haziran 30, 2006

Haftasonu Kaçamakları

İş hayatı insanı çok geriyor, hele de yoğun tempolu, stresi bol işlerde çalışıyorsanız of ki of yani. Büyük şehirde yaşayınca haliyle haftasonları yakın yerlere doğa ile başbaşa olmaya gidesi geliyor insanın. Araban da olunca jazz' lıyorsun :) gidiyorsun. Ankara park, bahçe bakımından zengin sayılabilecek bir konuma sahip açıkçası. Mesela tam şehrin ortasında Armada' nın arkasında "Saklı Bahçe" diye bir mekan var tavsiye edebileceğim, şehrin içerisindesin ama bunu hissetmiyorsun. Elbette bir Eymir' e gitmek gibi olmuyor belki ama uzaklara gitmek gibi imkanı olmayanlar için iyi bir alternatif. Eymir' den bahsetmişken, bu sene utanarak söylüyorum ama Eymir' e ilk defa gitmek nasip oldu. ODTÜ de okumuş biri olarak bugüne kadar ne beklemişim diye düşünmeden edemedim. Gerçekten haftasonu değerlendirilecek bir mekan, hele de bisikletliler için inanılmaz. Bu sene bir kaç defa gittik Barış ile beraber, çok güzel, bir defasında tüm gölün etrafını yürüyerek dolaştık, güzel bir parkur. Her an bir kaplumbağa ya da sincap ile karşılaşabiliyorsunuz. ODTÜ ye ait bir tesis olduğu için genelde tanıdık insanlarla karşılaştığım oluyor. Bu arada gölde sandal turuna çıkmak da nasip oldu, inanılmaz güzel. Tabi İstanbullu biri olarak şimdi tutup ODTÜ nün bu gölünden övgüyle bahsetmek beni biraz tedirginliğe sokmadı değil. Zira boğazı, yıllarca martılarını beslediğim vapurları, Kabataş Erkek Lisesini düşündüğümde ben ne yapıyorum diyorum kendime. Ama heryerin kendine ait güzellikleri olduğu da şüphesiz. Bu arada İstanbul Boğazının yıllar önce kışın donduğunu ve üzerinde yüründüğünü belirten rivayetler işitmiştim, Eymir için de benzer söylentiler var. Ankara' nın soğuk kış geceleri ve gölün boyutları düşünüldüğünde inanmamak için bir neden yok ama İstanbul Boğazının donduğuna inanmayanlar için ilgili resmi buraya da koyuyorum. Ahhh İstanbulum ahhh sen ne gizemli, ne muhteşem bir şehirsin.

En son Ankara Bayındır Barajı yakınlarındaki Mavi Göle gittim teyzemlerle. Gerçekten güzel bir yer yapmışlar oraya, insanlar mangallarını falan alıp piknik yapmaya geliyorlar, biz de benzer bir uygulama yaptık, ama çok kalabalık olduğunu belirtmem gerek. Üstelik biraz da durum abartılmış yani ne bilim Levent Kırca parodilerine malzeme olabilecek birçok vaka var burada. Birde yıllardır gittiğimiz daha doğrusu Barış' ın sürekli gittiği, zaman zaman benim de teşrif ettiğim Hüseyin Gazi dağlık bölgesi var ki kaya tırmanıcıların vazgeçilmez mekanı olan bu yere apayrı bir sayfa açmak gerek. Umuyorum burası ile ilgili resimli bir yazı yakında burada yerini alacak. Neyse yaz bitmeden daha gezecek çok yer belirledik, beğendiğim yerler olursa mutlaka burada bahsedeceğim.

Read more...

Perşembe, Haziran 22, 2006

Jethro Tull

Bugün inanılmaz bir müzik ziyafetine tanık olduk. Dünyaca ünlü müzik grubu Jethro Tull'un kurucusu ve solisti Ian Anderson, Bilkent Odeon'da orkestrasıyla birlikte muhteşem bir konserle bizi müziğe doyurdu. Konuk sanatçı olarak Lucia Micarelli ve Şefika Kutluer'in de sahne aldığı gecede, Ian Anderson ve ekibine Bilkent Gençlik Senfoni Orkestrası eşlik etti. Her ne kadar İstanbul ile yarışacak durumda olmasa da bu aralar konser bakımından Ankara sınırlarını zorluyor.

Jethro Tull albümlerinden eserlerin yanı sıra, Mozart'ın klasiklerinden de örnekler veren Ian Anderson müthiş bir performans gösterdi. Ian Anderson' a bazı parçalarda Şefika Kutluer de eşlik etti. Ama genç yetenek Lucia Micarelli'nin keman soloları beni transa sokmaya yetti. Blog' umu takip edenler keman aşığı olduğumu bilirler ve bu çıplak ayaklı kız kesinlikle kemanı konuşturuyor.

Jethro Tull' un konser vereceğini duyduğumda, özellikle Barış' ın çok sevdiğini bildiğimden gitmeyi çok istemiştim, ancak bilet fiyatları beni biraz düşündürüyordu. Neyseki çalıştığım firma konsere sponsor olmuş ve neyseki Özlem hanım bizim firmada çalışıyor. Bizim için de bilet ayıran ve bu mükemmel gecede bulunmamızı sağlayan Özlem' e ne kadar teşekkür etsem azdır. İyi ki varsın Özlem.

Bugüne kadar 30 albüm çıkaran ve her yıl 100 konser veren Ian Anderson' ı hala dinlemediyseniz en kısa zamanda flüte dans ettiren bu adamı keşfedin derim ben. Bu arada Ian' ın İskoçya' nın en zengin adamlarından biri olduğunu da buraya dip not olarak düşeyim.

Read more...

Çarşamba, Haziran 14, 2006

Büyüyen Aile

Bugun sabah 02:20 de 3. kez amca oldum. Ezgi, Deniz ve şimdi de Marsell. Sabırsızlıkla seni bekliyorduk, aramıza hoşgeldin. Çetin abim ve Ania ablama teşekkürler. Bakalım şimdi sıra kimde.

Bu yeğenler iyi güzel de çabucak büyüyorlar ve bize yaşlandığımızı hissettiriyorlar. Ama dünyanın en güzel olayı bu olsa gerek. Keşke abimlerin yanında olsaydım da yüzlerindeki o mutluluğa şahit olabilseydim.

Sevgili Marsell, sana sağlıklı ve mutlu bir yaşam diliyorum. Bugün biraz ağladın ama bundan sonra hep güller açsın yüzünde.

Read more...

Pazar, Mayıs 28, 2006

Love is here

ODTÜ' den bir Starsailor geçti bugün. Biz de oradaydık. Yaw James Walsh sen nasıl bir insansın ya da insan mısın? O nasıl bir sestir, o nasıl bir sahne performansıdır anlamadım. Süper bir konserdi. İnanılmaz eğlendik, her zaman dediğim gibi bu ingiliz müzik grupları bambaşka. Yalnız hep yakınırdık Ankara' ya neden doğru düzgün gruplar gelmiyor, konserler vermiyor diye, bugün anladım ki gelmemekte çok haklılar. Yaw starsailor gibi bir grup gelmiş, bir avuç insan dinliyoruz konseri, James de baktı bu kadar az insan var herhalde burada tanınmıyoruz diye düşünmüş olacak "Good evening, we are Starsailor" diyerek kendilerini tanıtma ihtiyacı hissetti. Konser boyunca sürekli türkçe "teşekkürler" demesi ayrı bir hoştu, ama asıl daha da güzel olanı adamların konsere çıkmadan önce stadyumun çimlerinde top oynamalarıydı ki kimse de farketmemiş! Böyle uçuk bir grup anlayacağınız bu Starsailor.

Şimdik, bu grubu hiç bilmeyenlere, tanımayanlara, dinlemeyenlere tavsiyem "Love Is Here" albümlerini, alıp dinlemeleri. Bütün şarkıları tekrar tekrar dinleme ihtiyacı hissedeceğinizi, James in sesi eşliğinde bambaşka dünyalara gideceğinizi garanti ederim. Bu albümdeki tüm şarkılar inanılmaz ama ben özellikle "coming down" isimli parçayı ayrı bir özenle dinlemenizi tavsiye ediyorum. Elbette canlı dinlemek apayrı bir zevk, ama ne yazıkki bir daha Türkiye' ye 400-500 kişiye konser vermeye geleceklerini sanmıyorum.

Must I always take a back seat?
Must I always be your clown?
Did you ever really love me?
Were you always coming down?

Read more...

Salı, Mayıs 16, 2006

ODTÜ, Kış ve Dostlar

Her mevsim tam anlamıyla renklerini de beraberinde getirir ODTÜ' ye, öğrenciler de bu renklere uyum sağlarlar kendi içlerinde. Ama kampüste kış bir başka güzeldir, yaşayanlar bilir. Kış bol kar yağışı ile geldi yine buralara, biz de teknokentte çalışmanın avantajı ile kaçtık karlı kayın ormanına bir öğlen vakti tıpkı eski günlerde olduğu gibi. Hiç kimsenin dokunmadığı beyaz kar örtüsüne acımasızca ama bir o kadar da sevinçle basa basa gittik yemek yemeğe. Dönüşte birçok öğrencinin yaptığı gibi naylon torbalar üzerinde kayacaktık buz tutmuş zemin üzerinde. Yanda dostlarım Nuri ve Barış ile beraber Hüseyin' e çektirdiğimiz resim de kazındı tarihin yapraklarına Kış/2006 olarak. Baharın tam anlamıyla ağırlığını hissettirdiği şu günlerde biraz serinlemek içindir kıştan bahsedişim. Bakalım bir sonraki kış nerede ve nasıl olacağız?

Read more...

Pazartesi, Mayıs 01, 2006

Bilimsel Veriler Işığında

Yazma alışkanlığımı geliştirmeye çalışıyorum. Okumayı seven bir insanım ama yazmak ayrı bir emek istiyor. Hep bir yazar olma dürtüsü vardır içimde ama hiçbir zaman bununla ilgili bir gayret göstermedim, yazarlık eğitimi almadım (yaratıcı yazarlık kurslarına gitmeyi çok istiyorum ama önce biraz kendimi geliştirmem gerek.). Dolayısı ile de yazı yazan insanlara imrenerek baktım bugüne kadar. Biraz geç olacak belki ama bir karar verdim geçenlerde, yazı yazma alışkanlığı kazanmalıydım. Bunun içinde bazı konularda yazılar yazmaya başladım. Bugün burada ilk denememi bulacaksınız. Arada bir çeşitli konularda yazı yazmaya gayret göstereceğim bundan böyle. Kimbilir belki bu yazılar zaman gelir bir kitaba dönüşür. Lütfen yorumlarınızı kendinize saklamayın, yazın, burada yayımlansın. İşte size ilk denemem;

BİLİMSEL VERİLER IŞIĞINDA

77 üniversite yeterli görünmüyor olacak ki, yenilerinin açılması meclis gündeminde. Genç nüfusumuzun çokluğu ve üniversite eğitimi olmazsa olmaz diretmesi bu niyeti haklı kılıyor diyelim. Ama ülkemizde bilim adamlarının söylemlerine, bilimsel verilerin analiz edilmesine, mistik konulara verdiğimiz değer kadar önem vermiyoruz. Amansız bir hastalığa tıpta çare bulunmasına, falanca hocanın kangrenli bir hastayı iyileştirmesi ya da bilmemneredeki kaynak suyunun böbrek taşlarını düşürdüğü haberi kadar ilgi göstermiyoruz. Çünkü mistik olanın çekiciliği daha fazla. Açıklanamayan olaylara bilim bir yanıt bulsa dahi bizim için kabul edilebilir gerçek her daim gizem oluyor.

İtirazım, gizemin cazibesinin toplumun ilgisini hemen çekmesine değil elbette. Bilimin, mistizmin gölgesinde kalmasına müsaade eden insanlara, bilim yuvalarında eğitim almış ama edindiği bilgileri bir adım öteye taşımak yerine bunları zaman içinde bozuk para gibi harcamış gençlere, bilim ve akılcı düşünceye önem veren, çok okuyan, araştırıcı yapıya sahip bireyler yerine, hazır veriyi kullanma uzmanı makinalar yaratan eğitim sistemimizedir yakınmam.

İki hafta önce, şu an ülkemizin en iyi üniversitelerinden birinde doktora eğitimine devam etmekte olan bir arkadaşım, bilimsel verilere (!) dayandırdığını iddia ettiği önermesinde haftasonu İstanbul’da deprem olacağını söylediğinde bir an için paniğe kapıldım. Ancak bilimsel veriden kasıt bir reiki hocasının söyleviymiş. Daha da acısı bu tüyo üzerine haftasonu İstanbul’ dan ayrılanların olması. Bu durum bana, çocukluğumdaki sakallı bebek mitini çağrıştırdı. Sanırım 80’lerin başıydı. Tan gazetesinin haberinde Konya’da sakalı olan bir bebeğin doğduğu, dile geldiği ve Kurban Bayramında kıyametin kopacağını söylediği yazılmıştı. Söylenti kulaktan kulağa yayılmış ve iş o kadar ileriye gitmişti ki bu bebeği gördüğünü iddia edenler bile çıkmıştı. Bu haberi işiten herkesin içini bir korku kaplamıştı, İstanbul’un göbeğinde bu safsatalar insanlar arasında hararetle tartışılır olmuştu. Şimdi de benim gibi, bilim yuvasında yetişmiş birisinden bana 20 yıl önceki sakallı bebek olayını anımsatıcı bir haber duyuyordum.

Toplumsal gelişim bireyin kendisinden başlar. Eğitimin amacı, insanı hem kendisi hem toplumu için değer yaratacak düzeye getirmektir. Üniversite bu amaçla araştırıcı, sorgulayıcı, çözüm bulucu, yeni bakış açıları geliştirici bireyler yetiştirmeyi hedeflemektedir. Ancak, günümüzde üniversite bizim için bir diploma ve şanslıysak bir iş demek. Sonrasında bir çok mezun, ömür boyu belki de hiç bir kitabın kapağını açmayacak. Kişisel gelişim adına hiç bir yatırımda bulunmayacak. Mustafa Kemal Atatürk’ ün bize hedeflediği “daima hakikat arayan ve onu buldukça ve bulduğumuza kani oldukça ifadeye cüret gösteren adamlar olabilme” olgusu belli ki unutulmaya yüz tutmuş. Belki de bu nedenledir Darwin’in bilimsel tezlerini okuyup anlamak yerine Adnan Hocanın nam-ı diğer Harun Yahya nın bakış açısıyla ülke olarak evrimden uzak duruşumuz.

Çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak için tek rehberin bilim ve teknoloji olduğunu her konuşmasında vurgulayan Atatürk, 29 Ekim 1933'te verdiği Onuncu Yıl Nutkunda, bunu öyle güzel vurguluyor ki ister istemez insan böyle net öngörülere rağmen hala düşüncelerimiz, yaptıklarımız neden müspet ilimden bu kadar uzak diye düşünmeden edemiyor: "Milli kültürümüzü çağdaş medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız. Bunun için, bizce zaman ölçüsü geçmiş asırların gevşetici zihniyetine göre değil, asrımızın sürat ve hareket kavramına göre düşünülmelidir. Geçen zamana oranla, daha çok çalışacağız. Daha az zamanda, daha büyük işler başaracağız. Bunda da başarılı olacağımıza şüphem yoktur. Çünkü Türk milletinin yürümekte olduğu ilerleme ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tutuğu meşale, müspet ilimdir."

Akıl ve mantık kuralları çerçevesinde hareket edebilen, bağnazlığa, boş inançlara, diğer bir deyiş ile akıl dışıcılığa karşı çıkan, bugünkü Türkiye’nin gelişmesini amaç edinmiş bireyler yetiştiren üniversitelerimizin çoğalması en büyük umudumuz olacaktır.

Tekin Menteş

Read more...

Cuma, Nisan 14, 2006

30 Yıl

Bugün tam 30 yıl oldu bu dünyaya gözlerimi açalı. Bugünden itibaren başlıyor 30 lu yaşlar benim için. Şöyle bir gözlerimin önüne getiriyorum da geçmiş yılları, ne güzel de yaşamışım çok şükür. Anlatacak o kadar çok anım olmuş ki acı, tatlı; garip bir mutluluk kapladı bu sabah içimi. Bir daha dedim yaşamak ne güzel diye, hele de böyle güzel bir günde doğmuş olmak, hayata sımsıcak bir gülümseme için fazlasıyla yeter de artar bile. Her mevsimi seviyorum, ama şu baharın bana yaptıklarını kimse yapmamıştır herhalde.

Beni fazla tanımayanlar için bugün şu geçmiş 30 yılın bir özetini yapayım dedim sizleri çok sıkmadan. 14 Nisan 1976 tarihinde Münüre ve Yaşar çiftinin ilk ve tek çocukları olarak Almanya' nın Hildesheim kentinde dünyaya gelmişim. Doğumum epey bir zorlu olmuş, bayağı sıkıntı vermişim anacığıma. Babam hep bir kızı olsun istemiş ama olmamışım işte, belki de bu yüzdendir benim de bir kız çocuğumun olmasını istemem hep. Ne bilim işte çok hoşuma giidyor kız evlatlar (ya ya ya yaş 30 olmuş böyle çocuk falan konuşuyorum işte alın size yaşlanma belirtisi). Neyse, 3 yaşıma kadar Almanya' da çeşitli çocuksu faaliyetlerde bulunmuşum. Babamdan miras mıdır bilemiyorum ama çok çapkın bir Almanya dönemi geçirdiğim anlatılır. Marketlerde benden 3-5 yaş büyük kız çocuklarını takibe alıp en uygun imkanı yakaladığımda yatırıp yanaklarını ısırdığıma dair efsaneler yıllar boyu anlatılırdı. Türkiye' ye döndükten sonra da benzer durumlar sözkonusu olmuştu hatırladığım kadarıyla. Aslında düşünüyorum da gerçekten çok ama çok yaramaz bir çocuktum, ama etrafa pek belli etmezdim. Yine annemin sürekli anlattığı bir yaramazlık öyküsünden bahsedeyim azıcık. Şimdi dayımlar bizi ziyarete gelmişler, oturmuşuz yemek yiyoruz ben de ufacık çocuğum annemin kucağındayım ama sürekli dayımın tabağındaki yiyeceklere elimi uzatıp oradan karnımı doyuruyormuşum, annem de elime hafiften dokunmuş başkasının tabağına dokunmayayım diye. Annemin kucağından inip, masanın örtüsünü çekmem ile tüm yemekleri yere atmışım. Bu asi tavırlarım bugüne kadar gelmiştir. Benden uyarması.

Evet yıllar yılları kovalamış ben ilkokula başlamışım. Okumayı en geç söken çocuk bendim sınıfta, en geç kırmızı kurdelayı ben takmıştım. Annem hep benim okumayacağımı düşünüp kendini paralardı. Evet okumayı geç söktüm ama sonrası muhteşem oldu. Sonuna kadar okudum :). Tabi okumayı geç sökmemin en büyük nedenlerinden birisi bitmek tükenmek bilmeyen hastalıklardı. Sürekli hastalanırdım. Ama bir gün bu hastalığım beni bu satırları yazmama engel olabilecek seviyelere getirmişti. Annem sayesinde yaşama bir kez daha merhaba diyebildim. Bir gece çok ateşlendim, yani bayağı bir ateşimin çıktığını hatırlıyorum. Annem beni küvette soğuk sular ve sirkelerle yıkamıştı. Sanırım 7 yaşımdaydım. Neyse hemen Zeynep Kamil hastanesine gittik beni muayene ettiler ve bir şeyimin olmadığını söyleyip eve gönderdiler. Çok iyi hatırlıyorum annem beni bebek arabasında hastaneye götürmüştü. Babam da Almanya' daydı. Kadıncağıza neler çektirdim. Neyse annem doktorlara güvenmedi ve beni özel doktoruma götürdü (Alptekin Helvacıoğlu - kendisini hiç bir zaman unutmayacağım). Burada Alptekin bey benim menenjit geçirdiğime karar verdi ve beni hemen hastaneye yatırdı, oradakileri de bayağı bir fırçaladı. Eğer zamanında yetiştirilemeseydim ölebilirdim. Önce anneme sonra doktoruma borçluyum bugünleri. Zaten ogün karar vermiştim ileride doktor olacaktım. Lise 3 e kadar doktor olma konusunda ısrarlıydım ama sonra kararımı değiştirecektim.

Hastalıklı yıllar geçti, ilk okulu çok çalışmamama rağmen başarılı olarak bitirmiştim. Ortaokula geldiğimde de çok çalışmadan başarıyı yakalayacağımı düşünmüştüm ancak matematik öğretmenin Selahattin bey sayesinde bu fikrim değişti. Verdiği ödevi yapmadığımda beni çok kötü haşlamıştı, o günden sonra bir matematik dehası yarattığının o bile farkında olmayacaktı. Ancak ben tüm okul yaşamım boyunca matematik konusunda tartışılmaz uzman olmuştum. Matematik yarışmalarına girip dereceler kazanmıştım. Ortaokulu 3. lükle bitirdikten sonra (ki ömrüm boyunca hep üçüncü oldum, lise, universite hep üçüncü oldum, kim bu ilk iki sürekli peşimde geziyorlar yaw bir rahat bırakmadılar) Kabataş Erkek Lisesine kayıt oldum. Ömrümün en güzel 3 yılını burada geçirdim. Bir daha liseyi okumayı o kadar çok isterdim ki. Ortaköy' ün göbeğinde denize sıfır Türkiye' nin en iyi devlet lisesinde okuma şerefine erişmem elbetteki kolay olmamıştı. Ortaokuldayken 3 yaz boyunca babamların karşı çıkmasına rağmen kendi isteğimle Üsküdar Adliyesinde Hasan abinin yanında çay ocağında çalıştım. Heryerde olduğu gibi burada da kendimi çok sevdirmiştim (daha önce defalarca söylemiştim megolaman olduğumu) ve bir gün başsavcı beni yanına çağırıp bir ihtiyacım olup olmadığını sormuştu. Kalem, defter falan düşünüyordu ama ben ona Kabataş' ta okumak istediğimi söylemiştim. O da gerçekleştirdi ama çok şaşırmıştı bu isteğim karşısında. Sonradan düşünüyorum da bu kadar kararlı bir şekilde bir istekte bulunduğum için sanırım etkilenmişti. Hedef belli ise başarı kaçınılmaz oluyor elbetteki. İnsan kaderini kendi belirler. Bu sayede Kabataş' taki olağanüstü günlerim başlamıştı, kabataş lisesinde yaşadıklarımı mutlaka başka bir "post" ta anlatacağım. Şimdilik yolumuza devam edelim. Lise son sınıfta bir Endüstri Mühendisliği sevdasına tutuldum ama nasıl olduğunu hala anlayabilmiş değilim. Bölüm hakkında çok az şey biliyordum ama bana çok uygun geliyordu. Neysekı yıllar geçti hala en doğru tercihi yaptığımı düşünüyorum. Üniversite sınavında 8 tercih yapmıştım, ilk 6 tanesi Endüstri Mühendisliği, 1 tanesi Matematik Mühendisliği ve son tercihim de Bilgisayar Programcılığı idi ve ben 4. tercihim olan Yıldız Teknik Endüstri ye yerleştirilmiştim, 1 matematik sorusu ile İTÜ Endüstriyi kaçırmıştım. İlk tercihim de ODTÜ Endüstri idi. Üniversite yaşamım oldukça renkli geçmişti. Yine mekan olarak İstanbul' un en güzel manzaralı okullarından birindeydim. Burada olabildiğince sosyal olmaya gayret etmiştim. Ama daha fazlası elimden gelebilirdi. YTÜ Endüstri Mühendisliği Kulübünün kurucu üyelerindendim, çeşitli faaliyetler düzenledim, bir çok yeni insanla tanışma fırsatı yakalamıştım böylelikle. Futbol hayatımın ilk sonlanışı da (evet birkaç kez sonlandırmayı başardım) yine bu döneme rastgelir. Ama bölüm takımında gösterdiğim başarılar hala konuşuluyordur sanıyorum :) Bir de üniversite yıllarımda Üsküdar Meydanında özel günlerde kartpostal tezgahı açtığımı hatırlıyorum. Ticarete ilk adımlarımı böyle atmıştım. Epey bir para kazandım. Biz 4 üniversiteli arkadaştık ve genelde çevre liselerden çıkan kızlar hep bizden kartpostal alırlardı ne hikmetse :). 4 yıl su gibi geçti ve ben bölümü yine 3. lükle bitirip, Şebnem Tezsezen arkadaşımın benim için ODTÜ' ye Yüksek Lisans için başvurması sayesinde ODTÜ Endüstri Mühendisliği hayalimi gerçekleştirebilmiştim. ODTÜ ye gelişim de olaylı olmuştu. İlk defa ailemden ayrılıyordum, benim için bir devrimdi. Zaten ODTÜ yü de belki de en çok bu yüzden istiyordum. Zira YTÜ ve ODTÜ hariç başka bir yere başvurmamıştım. Hep el bebek gül bebek yetiştirilmiştim ve ilk defa zincirlerimi kırma fırsatı geçmişti elime. Bence her çocuk ailesinin gözetimi olmadan belli bir dönem uzak yaşamasını, kendi ayakları üzerinde durmasını öğrenmeli. Birisinin "sobaya dokunma yanarsın" demesinden daha öğretici olan sobaya kendi elinle dokunmaktır. İşte ODTÜ ye gelmem de benim için bir dönüm noktası oldu bu anlamda ve geleceğim için verdiğim en doğru kararlardan biri olarak değerlendiriyorum bu adımı. Neyse Ankara' da farklı bir Tekin vardı artık. Çok şey değişti. Gerçekten kendime bir karakter çizdiğimi anlıyorum burada. Beni eskiden tanıyanlar çok net farkediyorlar bendeki bu değişimi. Bir değişim şarttı ve ben bunu olabilecek en iyi hale soktuğumu düşünüyorum. Tabii burada bir karakter analizi yapacak değilim, en azından bu yazının içerisinde bunu gerçekleştirmeyeceğim ama şunu net olarak söyleyebilirim ki Ankara' ya geldiğimden beri olayları değerlendirişim çok daha farklı bir boyut kazandı. Ne bilim mesela hayatı başkaları için değil de kendim içim yaşamam gerektiğini anladım burada. Ben Üsküdar Ayazma mahallesinde büyüdüm. İstanbul' un en güzel semti. Burada herkes beni çok sever (megolamanım), sürekli beni örnek gösterirlerdi, ben de onlara layık olmaya gayret ederdim. Yani toplumun beni görmek istediği gibi yaşamaya çalışırken aslında kendimi görmek istediğim gibi yaşamayı gözardı etmişim hep İstanbul' da. Hayatım boyunca hiç zayıf not almamışım, hiç bir dersten kalmamışım sanki bir marifetmiş gibi ya da bir dersten kalırsam hayatımın tılsımı bozulacakmış gibi, ama bu sırada en yakın arkadaşlarımın en mutlu anlarında yanında da olamamışım farkında olmadan. Ve en nihayetinde ODTÜ' de "Linear Optimization" dersinden çaktım. Hüzünlenmek yerine garip bir mutluluk kapladı içimi. Sonunda kalmıştım işte. Elbette bir sonraki dönem en yüksek not ile geçtim ama tılsım diye bir şeyin olmadığını, herşeyin kafanın içinde bittiğini de ispatlamıştım kendime. Sakın yanlış anlaşılmasın, kimseye kötü insan olun demiyorum sadece söylemeye çalıştığım şey kötünün ne olduğuna, hayatta nelerin daha doğru olduğuna önce siz karar verin.

ODTÜ de Yüksek Lisans eğitimime başladım. Derslere gider gelirken bizim bölümde bir iş ilanı gördüm. Modern Diller Bölümüne Bilgisayar Koordinatörü alınacakmış. Önce önemsemedim, ben zaten başka bir üniversiteden geldiğim için beni kabul edeceklerini bile düşünmüyordum. Git gel bakıyorum ilan hala asılı ve hiç unutmuyorum son başvuru günü mesainin bitmesine yarım saat kala gittim ve başvurumu yaptım kaybedecek hiçbirşeyimin olmadığını düşünerek. Beni mülakata çağırdılar, yine ümitsiz bir şekilde gittim ve gayet rahat bir şekilde Modern Diller Bölümünden Deniz Arman ve Yeşim Çöteli ve bir de bilgisayar bölümünden biri ile görüşmemi yaptım. Kariyerimi belirleyecek bir görüşme olduğunu bilseydim herhalde bu kadar rahat olmazdım. Ama işe kabul ettiler beni ve Deniz Arman, Yeşim Çöteli başta olmak üzere Modern Diller Bölümünün harika insanları böylelikle hayatıma girmiş oldular. Onları hiç bir zaman unutmayacağım. Her ne kadar her zaman olduğu gibi hayırsızlık yapıp arayıp sormasam da her biri hayatımda önemli bir yere sahipler. Aslında burada anlattığım her bir dönem için ayrı bir yazı yazmam gerek ama zamanla olacak bu tabi. Şimdilik devam edelim bakalım kader bizi başka nerelere götürmüş. Modern Diller bölümünde iyiden iyiye veritabanı sistemleri ile uğraşmaya başlamıştım. Güzel programlar da yazmaya başladım. Bu arada derslere girip çıkıyorum, tez zamanı geldi ve Şebnem Tezsezen ile oturup nasıl bir tez üzerinde çalışsak diye düşünürken, bizim bölüme Oracle firmasından satış elemanları geldi, sunum falan yaptılar. Oracle dünyanın en iyi veritabanı şirketiydi (Hala da öyleler). İşte o zaman Şebnem ile karar verdik Oracle üzerine bir tez yapmamız iyi olacaktı. Tayyar Durmuş Şen hocam ile konuştuk ve ben Oracle dünyasına belki de bir daha hiç çıkmamak üzere adımımı atmış oldum. Adımımı attım ama baktım konu hakkında hiç birşey bilmiyorum yine radikal bir karar verdim; başka bir işte çalışmam gerekiyordu. Oracle ile projeler yapabileceğim bir firma. İşte o zaman da karşıma Cesur Baransel çıktı. Oracle gurusu olmamı sağlayacak o dönemdeki belki de tek kişi oydu. Onun yanında LİKOM Proje de Projeler grubunda çalışmaya başladım. Bana TR-net projesini ve bir de Oracle kitabı verdi, 2 ay sonunda projeyi bitirdiğimde belki 1 yıllık eğitim almış gibi bilgi sahibi olmuştum veritabanı konusunda. Serdar, Uğur, Ahmet, Hakan, Gülay, Cem, Mustafa, Asuman, Ebru, Murat, Tuncay ve niceleri yeni arkadaşlarımdı artık. Yaşadıklarımızı unutmak mümkün değil. Ondan sonra Roketsan firması, Kerim İnce ve Cemal Oğuzsoy girdi hayatıma. Oracle ERP projesinde inanılmaz işler çıkarttık ekip olarak ve inanılmaz dostluklar edindim burada da. Oracle firmasından Simay Koçak bana çok şey öğretmiştir. Daha sonra Delta' da işe başlamamda da büyük etkendir kendisinin referansı. Londra' da Thames nehri kenarında biralarımızı tokuşturmak bir daha mümkün olacak mı Simay ile bilmiyorum ama kendisini kısa süre içerisinde çok iyi yerlerde göreceğimize hiç şüphem bulunmamakta. Roketsan' dan ayrılışım hüzünlü olmuştu ama artık Delta Aerospace firmasındaydım. Oracle firması beni Delta' ya önermişti ve John Burton diye bir dahi beni Delta da işe almıştı. 6 ay İngiltere' de benim için kardeş kadar yakın Candaş ile beraber çalışmaya başladık. Kırmızı kapılı bir evimiz vardı, ne günler geçirdik anlatamam. Hala daha Candaş ile beraber çalışıyoruz umarım daha çok uzun süreler beraber büyük işlere imza atacağız. Şu an hala Ankara' dayız. İstanbul' u çok özlüyorum ama oradaki Tekin ile buradaki arasında dağlar kadar fark var. Gelecek beni nerelere götürecek bilemiyorum ama bildiklerimi sorarsanız; şu an Ankarada' yım, bir kızı 8 yıldır seviyorum ve yarın nerede olacağımı düşünerek zaman geçirmek yerine yarın nerede olmak istediğimi bilip hedeflerime göre yaşamayı tercih ediyorum.

Herkesin hayatı bir roman elbette, herkesin hayatında dönüm noktaları vardır, ama sonuçta bu dönüm noktalarını sizler belirlersiniz o yola girmeye karar vererek. Kararlarınızı doğru verip vermediğinizi çok düşünmeyin bence, girdiğiniz yol emin olun en doğru yoldur. Çünkü seçimi siz yaptınız.

29. yaşıma girdiğim geçen yıl Turkcell bana 50 mesaj hediye etmişti. Ben de uzun zamandır görmediğim 50 arkadaşıma onları cok ozlediğime dair mesaj atmıştım. Birçoğu beni aradı, hepimiz bir yerlere dağılmış, bambaşka hayatlar yaşıyoruz. Bu sene de aynı uygulamayı yapacağım, hatırlanmak güzel şey.

Gelelim doğumgünü dileklerime; 30. yaşıma girdiğim şu günde kimseyi üzmemiş olmayı diliyorum, varsa içini acıttığım bir insan af diliyorum kendisinden. Önümde belirlediğim 5 yıllık bir kalkınma planı var, 35 ime girdiğimde hedeflerime ulaşmış mutlu bir insan olmayı ve sonraki 10-20-30 yıl için bana ait yeni hedeflerim olmasını diliyorum.

Read more...

Cumartesi, Nisan 01, 2006

Sinner in me

Her insan gibi müzik dinlemeyi çok severim. Dinlenilen müzik kişinin karakterini yansıtabilir kanımca. Müzik dinleyen kişi kendine bir tarz yaratır. Her zaman bu tarza uygun müzikler dinlenmesi yanında bir de dönemsel dinlenen müzikler vardır. Kişinin o anki ruh durumuna göre ya da mekana göre dinlenmesi gereken müzikler. Her müzik her yerde ve koşulda dinlenemez. Mesela Metallica' yı çok sevmeme rağmen bilirim ki arabada dinleyemem :). Ya da meditasyon yaparken arabesk dinlemek abes olur. Ama bir proje üzerinde yoğun bir şekilde çalışırken Hard Rock dinlemek motivasyonumu artırır her daim. Ya da melankolik dönemlerimde mutlaka "The Cure" ya da "Nick Cave" olur yanıbaşımda.

Bazı şarkılar insan hayatında çok önemli yer edinebilirler. Yıllar sonra o müziği duyduğunuzda geçmişteki o anlara gidebilirsiniz tekrar. Mesela ben ne zaman "Cranberies - I just shot John Lennon" dinlesem, LİKOM da TR-Net projesinde sabahladığım anlar gelir aklıma. Ya da "Animal Instict" bana hep yurt günlerimi hatırlatır. Bu şarkı radyoda ne zaman çalsa Cem, Tolga ve ben yataklara çıkıp zıplamaya başlardık. Benim yatağımı Tolga kırmıştı bir Animal Instict faaliyetinde. "Avril Lavigne - Complicated" Candaş Bozkurt ile Londra maceralarımızı hatırlatır bana. Tikka Masala kokulu Londra sokakları. "Perhaps Perhaps Perhaps" te Barış ile çıkmaya başladığımız günlere götürür beni hep. Ne zaman melodisini duysam ilk zamanlarımız gelir aklıma, güneşli bahar günleri, yanımda Barış, bugünlerin temellerini attığımız anlar.

Bu arada bir de sizlere güzel bir öneride bulunayım, bir kadeh şarap, hafif loş bir oda, ve Tindersticks' ten "Another Night In". Dinlerken beni hatırlayın.

Şu sıralar Barış sayesinde türkülere takmış durumdayım. Yaw ne güzel eserlerimiz varmış, eskiden nasıl oldu da keşfedememişim anlamıyorum. Mesela şu an bu satırları yazarken "Çayır Çimen Geze Geze" yi dinliyorum Kıraç' ın yorumuyla. Ne kadar güzel bir türkü anlatamam. Son zamanlarda bir de türk/yabancı 60 lar, 70 ler ilgimi çekiyor, yaşlanıyor muyum ne!!?? Bu sene hiç gidemedik ama Radyo ODTÜ' nün düzenlediği "Ah Mazi" partilerini bu nedenle çok seviyorum.

Gelelim müzik aletlerine; Keman her zaman en favori enstrüman olmuştur benim için. Keman sesi beni bambaşka yerlere götürür. Benim için meditasyon aracıdır bir nevi. Kemanın yanında piyano da olursa tüm çakralarımı boşaltacak bir ortam sağlanmış olur benim adıma. Bir diğer hastası olduğum müzik aleti ise Bateri' dir. Lars Ulrich bana bateri sevgisini aşılamıştır. İnanılmaz birisi kesinlikle.

Neyse sadede gelirsek, aslında bu yazıda sadece Depeche Mode' dan bahsedecektim, ama nasıl bir giriş yapacağımı düşünürken bambaşka yerlere gitti konu. DM benim için apayrı bir gruptur. New Wave müziğin idolüdür. Serkan Erdoğan' a çok şey borçluyum beni bu müzik türüne alıştırdığı için. Lise yıllarımdan beri vazgeçemediğim üç müzik grubunun başındadır. Diğerleri de elbette The Cure ve Erasure. Depeche Mode aslında orijinalde bir Fransız moda dergisinin ismi ve Dave Gahan (Gubun Vokalisti) tarafından bu isim yaratılıyor ve bugünlere kadar yaşayan bir efsane oluyorlar. Onlar benim için tüm müzik gruplarının ötesindedir. Hayatımda çok şeyi değiştirmiştir. Bir müzik grubu insan hayatına nasıl bir etki yapabilir demeyin, hayata bakışımda çok büyük izleri vardır bu grubun kasvetli şarkı sözlerinin. Ekşi sözlükten alınma şu tanım size az da olsa bir fikir verecektir grup hakkında : "ruhta derin yaralar açan, sonra bu yaraları sarıp tedavi eden, ardından tekrar tekrar kanatıp iyileştiren grup"

İstanbul' da Depeche Mode partilerine giderdim, inanılmaz eğlenirdim, Ankarada' da birkaç kez Manhattan' da katıldım benzer partilere, işte o anlar gerçekten kendimden geçiyorum. Tüm sıkıntılarımı unutuyorum bu adamları dinlerken. Bir kaç ay önce Candaş Özdoğu' nun Amerika' dan getirdiği Depeche Mode konser DVD lerini kopyaladım, aradabir seyrediyorum, inanılmaz sahne performansları var. "Never let me down again" şarkısını söylerken seyircilerin coşkusu, Dave Gahan' ın inanılmaz gösterisi, orada olmak için neler vermezdim deyip duruyordum kendime ki bu Temmuz da İstanbul' da olacakları haberi beni 3-5 yaş gençleştirdi. Umarım bir sorun olmaz da bu konsere katılabilirim. Zaten son üç aydır DM' in yeni albümü "Playing the Angel" ile yatıp kalkıyorum. Son dönemlerde yapmış oldukları en iyi albüm diyebilirim. Beni fazlasıyla tatmin etti. Hele "Sinner in me" isimli parça dünya ile ilişiğimi kesmeme neden oluyor. Şiddetle tavsiye ederim.

Read more...

Perşembe, Mart 23, 2006

23 Mart 2006 . . .

Gelinciğimle beraber bugün tam 8. yılımızı bitirdik acısıyla tatlısıyla. Neler sığdırmadık ki bu 8 yıla beraber. Aşk dolu, sevgi dolu, arkadaşlık dolu, gençlik dolu, saflık dolu 8 yıl. Bunların yanında ilişkimizin tuzu biberi kavgalar, tartışmalar, küskünlükler. Ama sımsıkı sarılarak birbirimize, devirdik koskoca 8 yılı, yılmadan hiç bir zorluktan, ezilmeden yaşamın acımasızlığına, zevk alarak yaşanan her bir andan, unutmadan yaşanmışlıkları. Derler ya yazgıdır diye insanın geleceğini belirleyen. İşte bizim yazgımız başlamış 23 Mart 1998' de. Ve de devam edecek bu beraberlik taa ki sadece bizim tanımlayabileceğimiz sonsuzluk kapımızı çalana kadar.

Gelincik Şurubu

Şu ölen çocuklar var ya
Sana bana dünyaya...

İlikleriniz donduğunda kışın
Bir kaşık umut gerektiğinde
O şişe gelecek aklınıza
Pencerenin önünde duran
Güneşte
Gelincik...

Can Yücel

Read more...

Perşembe, Mart 09, 2006

Hızlandırılmış Hayatlar

Bir şeyi mükemmel yapmaya çalışırsan eksik olur. Doğal olarak yap, her zaman mükemmel olur. Doğa mükemmeldir. Çaba ise mükemmel değildir. O yüzden ne zaman bir şeyi aşırı yapıyorsan, onu yok ediyorsun. Olay tamamen budur.

Aşağıdaki yazı Prof. Dr. Osman MÜFTÜOĞLU tarafından yazılmıştır. Hoşuma gittiği için sizlerle paylaşmak istedim.
Hayatı daha iyi yaşamak istiyorsanız zamanı daha iyi kullanmalı, onu daha değerli ve yaşanabilir kılmalısınız. Oysa bugünkü ‘hızlandırılmış hayat’ (fast-life) biçimimiz, zamanın elimizden kayıp gitmesine neden oluyor, en önemli şeyin ‘sağlık’ ve ‘mutluluk’ olduğunu unutturuyor.

ZAMAN avuçlarımızın içinden müthiş bir hızla kayıp gidiyor. Ve biz hiçbir zaman bitmeyecek olan bir ‘yapılacak işler listesi’ni bir an evvel tamamlayabilmenin telaşıyla koşturup duruyoruz. Oluşturduğumuz gereğinden uzun bu ‘yapılacak işler listesi’ni tamamlamakla o kadar çok meşgulüz ki sahip olduğumuz en önemli şeylerin ‘huzur’ ve ‘sağlık’ olduğunun farkında bile değiliz. Bizi sevenleri, sevdiklerimizi, hayatın güzelliklerini ve daha pek çok şeyi fark etmeden, hayatın bize verdiklerine şükretmeden…

Bu ‘amaç odaklı yaşam biçimi’ ve hızlandırılmış hayat (fast-life) tıpkı fast food yiyecekler gibi bir şey. Lezzetsiz, keyifsiz, sentetik ve plastik! Sonsuz zamanın bize ayırdığı küçücük bir bölüm olan hayatımız, zaten yeteri kadar kısa ve çoğu kısmı zaten bize ait değil (Hayatın neredeyse üçte biri uykuda geçmektedir). Zamanın geri kalanını iyi değerlendirmenin, anı yaşayıp hissetmenin kısacası hayatı fark edip keyfini sürmenin asla unutulmaması gerekiyor.

Hayatı daha iyi yaşamak istiyorsanız zamanı daha iyi kullanmalı, elinizden kayıp gitmesine izin vermemeli, sıkı tutmalı ve onu sonuna kadar yaşamalısınız.

Yaşanmamış ve kaybedilmiş zamanların bir daha geri dönmemek üzere yanınızdan geçip gittiğini, bizim için yitik vakitler haline geldiğini söyleyen Debbie Ford çok haklıdır. Doya doya ve iyi yaşanmış bir hayatın huzur, mutluluk ve sağlık dolu dakikalar, saatler ve günlerin alt alta toplamından başka bir şey olmadığını lütfen unutmayın.

Prof. Dr. Osman MÜFTÜOĞLU

Read more...

Cuma, Şubat 10, 2006

Kayakoy' de Sanat

Her yıl olduğu gibi bu yıl da alternatif bir yaz tatili geçirdik Bariş' ım ile beraber. Elbette ki bu tatil işlerinin organizasyonunu Bariş gerçekleştiriyor, hiç bir zaman pişman olmadim, en iyisini en guzelini seçmesini bilir, beni seçmesinden belli değil mi? (Evet biraz değil çok megolaman' ımdır) . Neyse, 2005 yılının Ağustos ayının son demlerini yaşıyorduk, kayaköy sanat kampında konaklamaya başladığımızda. Fethiye ile Ölüdeniz arasındaki terkedilmiş bir Rum köyu olan Kayaköy gerçekten inanilmaz bir atmosfere sahip. Yürüyüşler, Deniz, Yoga ve sanatsal faaliyetlerin ardından gün sonunda zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyorsunuz. Burada gerçekleştirebileceğiniz aktivitelerden bazıları; Fotoğraf, Resim, Seramik, Ebru, Yoga, Ritm, Salsa, Kabak Boyama, Mozaik, Drama, Kilim Dokuma . . . Evet bir cok alternatifiniz var. Bunların yanında elbette Akdeniz' in en guzel koylarından faydalanıyorsunuz. Ağaçlarla çevrili koylar, aynı zamanda Mavi Yolculuğun önemli durakları Ölüdeniz, Kelebekler Vadisi, Gemiler Koyu - St.Nicholas, Afkula Manastırı, Soğuksu, Darboğaz, Beştaşlar, Deve plajı, Akvaryum koyu, Mavi Mağara…

Kayakoy Sanat Kampinin reklamini yaptiktan sonra, biraz da yasadiklarimizdan bahsedeyim. Şimdi öncelikle biz otobüsle Fethiye' ye geldik. Ankara' dan bisikletlerimizi de getirdik. İlk gün Fethiye de konakladık, tüm Fethiye' yi bisiklet ile dolaştık, süper güzel di ama bayağı bir yorulduk. Tekne turuyla Fethiye nin her zamankı koylarını dolaştık, artık alıştığımızdan mıdır yoksa gitgide kalabalıklaştığından mıdır bilemiyorum ama bu tekne turu bizi çok tatmin etmedi. Neyse ertesi gün Kayaköy' e gitmek için otelimizden ayrıldık, önce bisiklet ile gitmeyi düşündük ama tabi çok yorucu olacağından, kampın tahsis ettiği jeep vasıtasıyla köye ulaştık. Önceden haberim olmasına karşın, jeep in içerisinde Aydın Yazılım' dan Burak Keser arkadaşımı görünce şaşırdım. Aynı servisle kampa geldik :) Benim için günün ilk güzel süpriziydi. Odamıza yerleştikten sonra, kahvaltı ve kamp katılımcıları ile tanışmak/kaynaşmak için bahçeye indik. İlk gün herkes biraz yabancılık çekmekte, yeni yeni tanışmaya başlamaktaydık. Katılımcılar arasında birisi dikkatimi çekti, biryerlerden tanıdık geliyordu. Onun Kabataş Erkek Lisesinden benim sınıf arkadaşım Cenk olduğunu hatırladığımda o da bana "seni nereden tanıyorum" sualini sormuştu. Hemen eski anılarımızı tazeledik :) Eski dostların yanısıra yepyeni güzel arkadaşlıklarımız da oldu kamp süresince, kamp dönüşü Ankara da bir kaç defa beraber buluşup çeşitli faaliyetlerde bulunma fırsatını dahi yakaladık.

Kamp süresince herhalde en çok Raf ve Uğras ile vakit geçirmişizdir. Onlar da Ankaralı olduklarından çabucak kaynaşıverdik. Çiğdem abla ve kızları, Eyüp abi, Deniz, Ardıl, Murat ve daha niceleri hayatımıza giren yeni isimler oldular. Ardıl' ın bulduğu yaratıcı oyunları (psycho) oynarkenki eğlencemiz görülmeye değerdi. Akşamları şarap evinde içtiğimiz dut şarabının tadı da hala damağımdadır, ama eski Rum kilisesinde içtiğimiz ucuz şarabın etkisi damağımdan çok aklımda yer etmiş. Ardıl, Burak ve Murat' ın içme seviyelerine herhalde ömrüm boyunca erişemiyeceğim ama buradan onları takdir ediyorum.

Ben orada Ebru sanatı ile ilgilendim, bir iki eser (kendi çapımda) yarattığımı da söyleyebilirim. Barış ise Ritm dersleri aldı. Ben açıkçası Ebru derslerinde biraz daha felsefeye gireceğimizi ümit etmiştim. İşin sanatsal boyutunda çok dolaştığımız için felsefemiz biraz eksik kaldı, o nedenle ebru felsefesinin en önemli kaynağının SABIR olduğunu sizlere buradan aktarabiliyorum ancak. Bu aldığımız derslerin yanında akşamları ve bazı günler de sabahları yoga yaptık. Doğa ile başbaşa olduğumuzdan yoganın meditasyon boyutuna geçmek için her türlü fırsatımız vardı elbette. Ancak akşamki şarap sohbetleri buna engel oldu nihayetinde. Bu arada yaklaşık 20 kişilik kampta 4 tane Endüstri Mühendisi olmasını da meslektaşlarımın tatil kültürlerinin ne denli isabetli olduğunun göstergesi olarak nitelendiriyorum.

Neyse, her güzel tatil gibi sonunda bu tatilin de sonu geldi ve biz kampı terkettik arkamızda hüzün bırakarak. Elbette kampı terkettik ama tatilimiz bitmemişti, daha 3 günümüz ve bisikletlerimiz ile beraber katedecek yolumuz vardı. Son iki yıldır yapmayı planlayıp da yapamadığımız bir faaliyet vardı bu sene ki tatilimizde gerçekleştireceğimiz. Evet, paragliding yaptık. Babadağı' nın 1900 metre yüksekliğinden kendimizi bıraktık Ölüdeniz' in kucağına. Hayatımda yaşadığım en güzel deneyimdi. Tekrar tekrar yapmayı isteyeceğim bir deneyim. Başlangıçta çok korkacağımı düşünmüştüm ama o Özgürlük duygusu beni bambaşka düşüncelere sevk etti. Yere ayaklarımı bastığımda bambaşka bir Tekin vardı sanki. Daha hafif, hayatı daha çok seven. Ölüdeniz' den uçarak ayrıldık ve Göcek de güzel bir pansiyonda geçirdiğimiz iki huzur dolu günün ardından bitirdik kısacık ama muhtesem tatilimizi. Tatilden kalan bizlere, yeni edindiğimiz güzel dostluklar ve sizlerle paylaşabileceğim bir kaç fotoğraf sadece. Zaman akıp geçiyor, şimdiyi yaşamak gerek.

Doga ile, sanat ile icice gecirilen bir haftanin ardindan, hayatin aci gerceklerine donmek hic de hos olmuyor elbette. Ve bu tatilin sonunda döndük yine mekanımıza, yine başladı belki de hiçbirzaman bitmeyecek olan hayat mücadelemiz. Ama bu da güzel be!

Read more...

Pazar, Şubat 05, 2006

Ferrarisini Satan Adam

"Gunumun buyuk bolumunu, degistirmek icin gucumun olmadigi gecmisteki olaylara uzulerek veya gelecekte belki de hic olmayacak seylere kaygilanarak geciriyorum. Zihnim her zaman beni bir milyon farkli yone ceken bir milyon kucuk dusunce ile dolu. Bu gercekten sinirlendiriyor beni. SU ANDA YASAMAYI OGREN VE TAM ANLAMIYLA TADINI CIKART!"

"Kendine bile liderlik edemeyen bir kimse, bir firmaya nasil edebilir? Kendine bakmayi ve ozen gostermeyi ogrenmeden bir aileye nasil bakabilir? Iyi hissetmezken nasil iyilik yapabilir? "

"Yasamindaki sinirlar sadece senin belirlediklerindir. Kendi guven cembernden cikmaya ve bilinmeyeni kesfetmeye cesaret ettiginde gercek insani potansiyelini aciga cikarmaya baslayacaksin"

"Korku kendi yarattigin zihinsel bir canavardan, bilincin olumsuz yonde akisindan baska birsey degildir."

"Mutluluk dogru kararlarla, dogru kararlar deneyimle ve deneyim yanlis kararlarla gelir."

"Eger bugun benim son gunum olsaydi ne yapardim!?"

"Bir dusunce ekersin, bir eylem bicersin. Bir eylem ekersin, aliskanlik bicersin. Bir aliskankil ekersin, bir karakter bicersin. Bir karakter ekersin, kaderini bicersin!"

"Cogu kimse en buyuk gelisimi karsilastiklari en buyuk gucluklerle kazanmislardir. Beklenmedik bir sonucla karsilasir ve dus kirikligi yasarsan animsa ki doga yasalari bir kapiyi kaparken her zaman bir baskasini acar."

"Gecmisinin tutsagi olmayi birak, geleceginin mimari ol."

"Hukuk fakultesindeyken okul arkadaslarimin bircogu gibi ben de idealisttim. Yatakhanedeki odalarimizda soguk kahvemizi icip, pizzamizi yerken dunyayi degistirmeyi planlardik. O zamandan bu yana neredeyse yirmi yil gecti ve degisimi savunmaya iliskin atesli arzum yerini ipotegimi odemeye ve bir emeklilik geliri olusturmaya yonelik atesli arzuma birakmisti.Kendimi bir kozaya hapsetmis oldugumu ilk kez farkediyordum, beni toplumdan izole eden ve icinde yasamaya alistigim bir kozaydi bu."

"Cocuklarinin cocuklugunu yasa!"

Read more...