"I should not talk so much about myself if there were anybody else whom I knew as well." - "Eğer bir başkasını daha iyi tanıyor olsaydım, kendimden bahsetmezdim." - Henry David Thoreau

Cuma, Aralık 21, 2007

Evimdeyim

8 Eylül' de Hollanda' ya geldik ve otelimize yerleştik ama 2 ay içerisinde ev bulmamız gerekiyordu. Amsterdam'da ev bulmanın hem de uygun fiyata bir yer bulmanın ne kadar zor olduğunu buradakiler anlatmıştı. Üstelik geniş bir ev bulmak çok daha zordu. Hollanda küçük bir ülke, yaklaşık Konya kadar. O nedenle toprak çok değerli. Ayrıca küçük bir ülke olmasından dolayı Hollanda içerisinde bir misafiriniz olduğunda, mesafelerin kısalığı ve ulaşım kolaylığı nedeniyle yatıya kalan misafir pek olmuyor. Evler de o nedenle minyatür inşa edilmiş durumda.

Amsterdam gerçekten pahalı bir yer. Gülün dikeni yani. Otelde kaldığımız dönemde Barış ile taşınacağımız yeri düşündük. Den Haag (Lahey) yeni bir şehir ve Amsterdam' a göre çok daha ucuz bir yer. İşe de yaklaşık 1 saatlik bir mesafede. Ama açıkçası Amsterdam da yaşamak daha cazip geliyordu. Yani akşam dışarı çıktığında yaşayan bir şehirde olduğunu hissetmek apayrı birşey. İyi de evi bulmak kolay olacak mıydı? Burada gazete ilanıyla ev bulunmuyor. Mutlaka bir ajans (emlakçı) ile çalışman gerekiyor. Ajansın görevi sadece ev bulmak değil elbette, ev bulduktan sonra da evsahibi-kiracı arasındaki ilişkiyi ajans yönlendiriyor. Belli dönemlerde eve teftişe bile gelebiliyorlar, İngiltere' de kaldığım dönemde evimize sanırım 2 kere teftişe gelmişlerdi, teftiş sonu oluşturulan rapor evsahibine ve bize gönderiliyor garip bir sistem ama bence her iki taraf için de iyi. Evi tuttuğunda herşey rapor ediliyor ayrılırken de aynen bıraktığın gibi ayrılıyorsun. Bir hasar vermişsen yaptırmak zorundasın. Neyse özetle ev aramak için ajansın bize gönderdiği anketi (nasıl ve ne bütçede bir ev istediğimize dair) doldurduktan sonra ilk ev avımıza (House Hunt) Dutchhousing firmasından Collette ile çıktık. Collette bize 5 adet ev gösterecekti o gün elbette ki belirlediğimiz bütçenin üzerindeki evlerdi. Dediğim gibi Amsterdam da evler inanılmaz pahalı. O gün hayalimizdeki evi bulabileceğimizi hiç düşünmemiştim, hatta hayal kırıklığı ile otelimize döneceğime emindim. Ancak, Krammerstraat'taki evi görünce "ilk görüş, ilk aşk" vakası yaşandı. Üstelik hem Barış hem ben aynı anda aynı fikirdeydik, "bu evi tutmalıyız". Neyse sonuçta bir iki pazarlık girişiminin ardından hiç bir indirim alamadan :) Krammerstraat taki evimizi tuttuk, artık Amsterdam' da merkeze çok yakın, çok güzel bir sokakta, çok şirin bir evimiz vardı. Üstelik tipik ufak Hollanda evlerine nazaran büyük bir evdi, Türkiye'den (ya da başka yerlerden) gelebilecek misafirlerimiz için ek bir odamız daha var. Süper yani ama evi bir an önce tutmamız gerekiyordu. Türkiye' den ev eşyalarımızı getireceğimizi düşündüğümüzden boş bir ev (Unfurnished) kiralamıştık. Yani eşyaların gelmesini de beklememiz gerekecekti ki bu 3 hafta demekti. Neyse 1-2 hafta biraz zorluk çektik ama IKEA imdadımıza yetişti. En azından yatacak ve yemek yiyecek yerimiz vardı artık. Bu arada "Unfurnished" olarak kiralanmasına rağmen evde beyaz eşyaların bulunması Türkiye 'deki eşdeğerlerini satmamıza sebep oldu. Aslında iyi de oldu beyaz eşyaları değiştirme zamanı gelmişti, vesile oldu. Nihayetinde biraz sıkıntı çektik ama 8 Kasım sabahı eşyalarımız eve teslim edildi. Amsterdam' da ev taşıma sistemi biraz değişik, kapı kullanılmıyor, eşyalar direkt camdan asansör aracılığıyla eve taşınıyor. 2 gün işyerinden izin aldım cumartesi pazarı da katınca 4 günde eşyaların büyük kısmını yerleştirebildik. Yorulduk ama eğlendik. Yeni bir düzen kurmak çok rahatlatıcı birşey. Bazı kendini geliştirme ile ilgili kitaplarda da değişimin öneminden dem vururlar. "Hiç değilse çalışma masanızın yerini aradabir değiştirin çalışma iştahınızın artacağını göreceksiniz." Biz 2007 yılında çok şey değiştirdik, bu bize apayrı bir güç verdi. Bunu gerçekten hissediyorum. Hayatın rutinleşmesine izin vermemek gerek. Yoksa sizden bir beklenti kalmaz ve evrime kurban gidersiniz. Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.

Eşyaların taşınma işini Türkiye'den Soyer (Tuzcuoğlu diye de biliniyor ama Tuzcuoğlu ismini kullanan çok firma var aldanmayın.) firmasına verdik, valla hiç kolay bir iş değil, Ankara' dan Amsterdam' a arada gümrük işleri, taşınma, toplanma, sigorta vs. Hiç uğraşılacak gibi değil. Aslında firmam taşınma masraflarını üstlenmemiş olsa eşyaları da belki getirmezdik, o durumda tek acıyacağım şey bırakacağımız kitaplar olurdu. Soyer her aşamada bize çok yardımcı oldu. Hatta taşınma sırasında kırılan infrared ısıtıcının sigortadan karşılığını da hiç geciktirmeden hesabıma yatırdılar. Buradan onlara bir kez daha teşekkür ediyorum, ve olur ya uluslararası taşımacılık ihtiyacınız olursa diye buradan herkese de bu firmayı öneriyorum.

Evet, Amsterdam' da artık başımızı sokacağımız sıcacık bir evimiz var,Barış' ımda yanımda, azıcık aşım, kaygısız başım, daha ne isteyeyim, çok şükür. Artık kendimizi buralı gibi hissetmeye başlayabiliriz :) Barış geçenlerde okuduğu bir kitaptan şöyle bir alıntı yaptı; Başka bir ülkeye yerleşince yaşanan kültür şoku aşağıdaki 3 faz ile özetleniyor;

  1. Turist fazı : Yeni bir ülkeye gelmenin heyecanı yaşanır, tüm farklılıklar göze hoş gelir, gezmeler, tozmalar ve iyi ki gelmişiz söylemleri.
  2. Bu ülkeden nefret ediyorum fazı : Zamanla bu farklılıklar sıkıcı gelmeye başlar, depresif ve sinirli bir hal alınır, yurda özlem başgösterir.
  3. Adaptasyon ve kabullenme fazı : Kendini yeni yaşamına adapte etmiş olmak ve tam anlamıyla evinde gibi hissetmek. Bu fazı anlamanın en iyi yolu, başka bir yere gezmeye gidince "Eve dönmek istiyorum" dediğinizde yerleştiğiniz ülkeyi kastetmektir.
Biz hangi safhada mıyız? Başlıktan anlamadınız mı?

Read more...

Pazar, Aralık 16, 2007

Death at a Funeral

We're all just thrown in here together in a world full of chaos and confusion.
A world full of questions and no answers.
With Death always lingering around the corner.
And we do our best.
We have to go for what you want in life,
Because we never know
How long we're gonna be here.
And whether we succeed or fail,
The most important thing is to have tried.
A parent can only drive you in the right direction.
In the end though,
We've got to run for ourselves.
We've to grow up ourselves.

Read more...

Cuma, Aralık 14, 2007

I know this bank from Turkey

İsmini ilk defa ne zaman duymuştum hatırlamıyorum ama çok büyük bir banka olduığunu düşünmüyordum. Nuri Şahin ile beraber yaklaşık 2 yıl önce ABN Amro Bankasına bir iş ziyaretinde bulunduğumuzda Türkiye' de tek şubesi olduğunu öğrenmiştim. O zamanlar kim ABN Amro da hesap açtırır ki diye düşünüyordum. Kaderin cilvesi işte hem Barış' ın hem benim şu an bu bankada hesabımız var. Hollanda' ya gelmemiz kesinleştiğinde bizim "relocation" işlemlerimiz ile ilgilenecek olan danışmanımız bize bu bankayı önerdi. Hollanda' da tek olmasa da en iyi ingilizce internet bankacılığı' na sahip banka olduğunu söyledi.

Danışmanımız Annabeth Hollanda' daki ilk günümüzde bürokratik işlemlerimzi yapmak için tüm gün oradan buraya sürüklemişti bizi. Sağolsun o olmasa ne çok işimiz olurdu diye düşünürken bizi ABN Amro merkezine getirdi. Burada hesap açılması ile ilgili tüm işlemleri hızlıca hallediverdik. Tesadüfe bakın ki bizimle ilgilenen bankacı kız bir Türk tü. Daha doğrusu Türk olduğunu yakasındaki isminden anladık ama bizimle hiç türkçe konuşmadı bizim de türk olduğumuzu bilmesine rağmen tek kelime etmedi, önce türkçe bilmiyor diye düşünmüştüm ancak soyadımızı söylerken ki telaffuzu basbayağı konuşabileceğini gösteriyordu. Annebeth' e bizimle ilgilenen bayanın Türk olabileceğini söylediğimizde de Hollanda'da insanların milliyetinin sorulmasının doğru olmadığını bunun ayrımcılığa girebileceğini bize söyledi, o günden beri kimseye milliyetini sormuyorum ama herkes bana soruyor, garip. Özetle Türkiye' den Hollanda' ya geldik, bankada işlemlerimizi bir Türk kızı yaptı ve sadece İngilizce konuştuk. Global dünya işte. Bu arada bankanın şubeleri sanki otel ya da kütüphane gibi çok hoşuma gidiyor.

ABN Amro : algemene bank nederland (abn) amsterdam-rotterdam (amro) bank

Read more...

Çarşamba, Aralık 12, 2007

Havuç ve yararları

Internet hızımız burada 20 kat daha hızlı olunca, film seyretmek de bir başka keyifli oluyor bu aralar. Bugün size 2 filmden bahsedeceğim. İki filmi de izlerken inanılmaz eğlendim. Sizlere de tavsiye ediyorum. Bu aralar çerez niyetine izleyeceğim filmlere ihtiyacım vardı bunlar ilaç gibi geldi.

Shoot 'Em Up
Eğlenceli, sıkmayan, çatışmanın hiç durmadığı ve aynen o hızla çabucak biten bir film. Sanatmış, konuymuş falan beklentileriniz olmasın. İnanılmaz eğlenceli, fantastik bir film olmuş. Benim için en sevdiğim aktörlerden Clive Owen ın başrolde olması filmi seyretmem için yeterli sebep. Bu adam inanılmaz iyi, zaman zaman söylüyorum burada da yenileyim, bizim Önder Gebizlioğlu kesinlikle Clive' in kopyalanmış hali.

Filmde ayrıca Monica Bellucci'nin de olması önemli bir etken ama yani bu film için oyunculuk falan çok önemli değil, neyin ne olduğunun da önemi yok yaw bir şey yazmak da gereksiz seyredin işte. Tüm sıkıntılarınızı unutursunuz 1,5 saat emin olun. Filmin şiddeti sevimli gösterdiği uyarısında da bulunmam gerekiyor burada.

Big Nothing
Alın size sıkıntılarınızı unutturacak bir eğlencelik daha. Gülme krizine soktu beni. Belki de filmi izlerken ki modumdan kaynaklanıyordur bilemiyorum ama çok eğlendim filmde. Kara mizah. Müziklerini de beğendim. Seyredin pişman olmazsınız.

Read more...

Pazar, Aralık 09, 2007

Mirandabad

Denize aşık bir İstanbullu olmama rağmen yüzmeyi çok sevmezdim eskiden, taa ki ODTÜ havuzu ile haşır neşir oluncaya kadar. Sanıyorum yüzmeyi çok sevmememin nedeni iyi bir yüzücü olmamamdan kaynaklanıyordu. Hala daha süper yüzdüğüm söylenemez ama ODTÜ havuzu sayesinde yüzme sevgisi kazandığımı rahatlıkla söyleyebilirim. Uzun yıllar Barış ile beraber ODTÜ havuzuna gittik. Her sene üye olup çok sık olmasa da yüzme faaliyetinde bulunuyorduk. Hollanda' ya geldikten sonra şansımıza mıdır nedir bilemiyorum evimize yürüme mesafesinde bir yüzme kompleksi bulduk. Hazır evimize de tamamiyle yerleşmenin rahatlığını da hissetmişken Mirandabad denilen spor merkezine gidip bir siftah yapalım dedik. İyiki de demişiz. Valla acayip mutlu olduk. Efendim öncelikle herşeyin pahalı olduğunu düşündüğümüz Hollanda' da ODTÜ den daha ucuza havuz keyfini çıkartabildiğimizi farkettik. Aslında Hollanda' nın pahalı mı ucuz mu olduğu ile ilgili bir yazı daha sonra yazacağım ama sadece bu post için şunu söyleyebilirim ki içerisinde kaydırağın bile olduğu irili ufaklı havuzlardan oluşan spor merkezine giriş için abonelik gerekmiyor ve kişi başı sadece 3,50 (üçbuçuk) Euro ya saatlerce yüzebiliyorsun. Soyunma kabinleri, saç kurutma cıhazları, kilitler oldukça profesyonel yapılmış. Açıkçası dolaplar için kullanılan mekanizmayı daha önce sadece New York da Özgürlük Heykeline girerken çantalarımızı koymak için kullandığımız dolaplarda görmüştüm. Havuzlara gelince üst katta çocuklarıyla gelen ailelerin kullanacağı çeşitli büyüklüklerde 3-4 adet havuz var, vallahi insanın çocuk olası geliyor inanılmaz eğlenceli kaydıraklar, oyuncaklar vs. Bir tane de şu aquaparklarda olan helezon kaydıraktan vardı, ufacık çocuklar gidip kayıyorlardı biz de çok kıskandık ve deneyelim dedik, başdöndürücüydü, zira kaydırak döndükçe dönüyordu daha doğrusu biz dönüyorduk. Çok hoş tabi ama orayı çocuklara bırakıp yarı olimpik havuza geçtik biraz yüzdük. Kapalı havuz olmasına karşın kubbesi camdan yapıldığı için gökyüzünü yüzerken görebiliyorsun, mimarisini de çok beğendik. Özetle tam puan verdik. Düzenli olarak geleceğimizi kendimize telkin ettik. Bu arada çıkarken farkettim ki sadece havuz yok burada, squash, fitness ve solaryum da var. Belki squash için de gelebiliriz eğer ön çapraz bağları yırtılmış dizim bu sporu yapmama izin verirse.

Read more...

Salı, Aralık 04, 2007

Sinterklaas

Yarın burada Sinterklaas bayramı. 280-342 yılları arasında yaşayan Aziz Nikola'nın yani Sinterklaas'ın doğumgününü kutlayacaklar. Kasım ortalarında Aziz Nikola, İspanya'daki yazlık evinden çıkarak buharlı gemisiyle Hollanda'ya geliyor. Her sene farklı bir şehirden karaya ayak basışı ulusal televizyonda yayınlanıyormuş. Demre (Myra) doğumlu Yunan piskoposu Aziz Nikola bizim bildiğimiz adıyla Noel Baba, çocukların koruyucu meleği. Geçen yıldan beri uslu durmuş çocukların isimlerinin yazılı olduğu bir Altın Kitabı ve tabii yaramazlık yapan çocukları gösteren bir de Kara Kitabı var. Ayrıca çatıların üzerinde uçan Amerigo isimli beyaz bir ata biniyor. (Nerede bizim geyikli, kızaklı noel baba imajımız? Hem biz onun İspanya'daki yazlık evinden değil Kuzey Kutbu'ndan geldiğini bilirdik. Kavram karmaşası mı yaşıyorum yoksa?)

Sinterklaas'ın siyah yüzlü, haşarı yardımcıları 16. yy İspanyol modasını yansıtan giysiler içinde rengârenk. Adları Zwarte Pieten (Black Petes). Ortaçağ'da bu, şeytanın isimlerinden biriymiş. Söylentiye göre Aziz Nikola şeytanı yendiği için, bayram arifesinde şeytan zincirlenip, Aziz Nikola'nın kölesi oluyor. 1850'den itibaren ırkçılığın bir yansıması olarak, Pete'nin Kuzey Afrika uyruklu bir köle olduğu söylenmiş. Şimdiyse Pete hediye dağıtmak için bacadan girerken kuruma bulandığı için siyah yüzlü... Fakat yine de ırkçılık yapmış olmamak için 2006'dan beri Pete'ler siyah değil rengârenk suratlı. Bunun da mantıklı bir açıklaması var elbet; "Sinterklaas'ın gemisi gökkuşağının altından geçiyor çünkü."

Hristiyanlık öncesi çağda Pete'ye benzer bir figür varmış; Ay döngüsünü kontrol eder, Ay'ı yakalayıp çantasına atabilir ve gökyüzüne yıldızları serpermiş. Bugünse çocuklara küçük zencefilli kurabiyeler dağıtıyor.

Çocukların hoşgeldin şarkılarıyla rıhtıma yanaşan Sinterklaas, şehir sokaklarında dolaşıp, okullara, hastanelere ve alışveriş merkezlerine gidiyor. Sinterklaas'ın şehre vardığı gün ile 5 Aralık arasında, çocuklar her gece yatmadan önce ayakkabılarını baca, şömine gibi yerlerin yakınına koyup, ertesi gün içlerinde şeker bulmayı umuyor. Ve hatta düşünceli çocuklar, Sinterklaas'ın atı için saman, havuç ve su da hazırlıyor. (Resimdeki "clog"un içinde bir de dilekler listesi var.) Ne yazık ki merkezi ısıtma yüzünden artık ayakkabılar kapı önlerine bırakılır olmuş. İyi çocuklar çikolatadan yapılmış bir harfle -ki adlarının baş harfi- ödüllendirilirken yaramaz çocuklar ayakkabılarının içinde tuz buluyor.

Hollanda'da 5 Aralık akşamı ana tema; aile üyelerine ve bazı yakın arkadaşlara hediye verilmesi. Hatta bu gecenin ismi hediyeler gecesi (wikipedia'nın yalancısıyım). Bu hediyeler zekice paketlenir, saklanır, bazen "sürpriiiiizzz" diye bağırılarak ya da daha geleneksel bir şekilde Aziz Nikola'dan şiir-mani eşliğinde verilirmiş. Okuduğum bir Hollanda rehber kitabında, salatalık içinde kolye saklama önerisi vardı. 5 Aralık'ı izleyen ilk cumartesi Noel ağaçlarını süslemeye ve ışıklandırmalara başlıyorlarmış. Ben de aslında, herhalde Amerikan filmlerinin bombardımanı altında kaldığımdan kafam karıştı diye düşünüyordum. Amerika'ya da İspanya'dan gidecek hali yok ya, onların Noel Baba'sı da kutuptan gidiyor ziyaretlerine...

Yazının buraya kadar olan kısmı Barış' ın parmaklarından döküldü. Her ülkenin, milletin zaman içerisinde değişime de uğrasa gelenekleri ve görenekleri var biz de kendi geleneklerimizi yaşatabildiğimizce yaşatıyoruz elbette, ama yaşadığımız ülkenin de değerlerini bilip ona göre hareket ediyoruz.

Ben de bu sene cok uslu bir çocuk olduğum için şirketim bize içi bir sürü hediye dolu bir paket verdi. Hediye almak ne güzel birşey.

Read more...

Perşembe, Kasım 29, 2007

I shall stand fast

Evet, madem Hollanda' ya yerleştik biraz Hollanda hakkında bilgi vereyim. Ülke, kuzey ve batıda Kuzey Denizi ile, güneyde Belçika ile, doğuda ise Almanya ile komşu. Hollanda özellikle peynirleri, yel değirmenleri, bisikletleri, laleleri ve sosyal hakları ile tanınır. Belçika ve Lüksemburg ile birlikte Benelüks ülkelerinden bir tanesidir. Ülke topraklarının çoğunluğu deniz seviyesinin altında. Genellikle düz ve alçak olan topraklarının % 40' ı denizleri doldurmak suretiyle kazanılmış.

Bizimle beraber :) yaklaşık 17 milyonluk bir nüfusa sahip olan Hollanda'nın ana dili Hollandaca olmasına karşın ülkede ingilizce bilmeyen yok gibi. Yani 5-7 yaşındaki ufacık çocuklardan tutun da dedeler, teyzeler, bakkal, komşu herkes bizden iyi ingilizce konuşuyor, o nedenle pek zorlanmıyoruz burada. Nüfûsun % 3,5’unu benim gibi yabancı işçiler teşkil etmekte. Okuma-yazma bilmeyenler oranı % 0.2. Bu, dünyanın en düşük oranlarından biri!!

Önemli şehirleri Den Haag, Rotterdam, Utrecht, Eindhoven, Groningen, Harlem, ve başkent Amsterdam’dır. Biz de Amsterdam' da RAI de güzel şirin bir evde ikamet etmekteyiz. Benim iş yerim Amstelveen şehrinde, amsterdama yaklaşık 15 dakika tren mesafesinde. İşe bisikletle gitme imkanım var ama henüz böyle bir girişimde bulunmadım.

Burada çiçekler çok ucuz, 10 adet gül 5 euro, evimizden taze çiçeği eksik etmiyoruz :) Hava genelde yağışlı ve karanlık, kışları hep böyle ama baharı çok güzel oluyormuş henüz görmedik. Her taraf yeşil eee bu kadar yağmur yağan bir ülkede aksini düşünemiyorum. Amsterdam inanılmaz güzel bir şehir, her yerde kanallar var zaten deniz seviyesinin altında. Kanallarda tekne turu yapılıyor, elbette biz de tekneyle gezdik, kaçınılmaz. Dünyanın en büyük 2. limanı Roterdam' da bulunuyor (birincisi Shangay da sanırım).

Şimdilik Hollanda' dan aktaracaklarım bu kadar.

Read more...

Pazar, Kasım 18, 2007

I Amsterdam

Ne kadar yoğun geçiyor günler, hızına ayak uydurmaya çalışıyorum ama birçok şeyi de ihmal ediyorum en başta da bloguma yazmı yazmayı, bir yolunu bulmam gerekiyor dur bakalım artık iyice yerleştik buralara bundan sonra bir düzene girecek sanırım. Böyle diye diye günler, yıllar geçiyor, hayat işte akıp gidiyor durdurabilmek mümkün mü?

Neyse hızlı bir özet geçeyim önce sonra balki detaylara inerim. 8 Eylül 2007 Cumartesi günü eşimle beraber Amsterdam Schiphol havaalanına doğru yola çıktık. Ama yalnız değildik, canım arkadaşlarım Özlem Çakırgöz, Nuri Şahin, Gökhan Karabolat ve Cem Vedat Işık bizi yolcu etme nezaketini gösterdiler. Yolda Barış sordu, "Nasıl bırakıp gidebiliyorsun" diye. Valla aylardır kendime bu soruyu sormuştum zaten. Ama hayatta bazı anlar vardır duygusallığın işleri kötüleştirdiği, ve sizi yolunuzdan alıkoyduğu. Adım atmanız gerektiği yerde bunu yapacaksınız, yoksa hala annemizin dizinin dibinde oturuyor olurduk. Sanıyorum yıllar önce ODTÜ ye gelmek için yola çıktığımda bugünlerin önünü açmıştım. Yaw özet geçmem bile onlarca cümleye mal oluyor, yazasım var bugün demek. 8 Eylül de geldik Amsterdam' a, şirketin sağladığı taksi bizi 2 ayımızı geçireceğimiz Htel Hotele bıraktı, oldukça hoş bir yer, bir de bize hoşgeldin paketi hazırlamışlar içinde kahvesinden sütüne herşeyin olduğu. Evet detaylara sonra geçeyim özetle güzel manzaralı otelimizde konaklamaya başladık işe yürüyerek 10 dakika da gidiyorum, herkesin bisikleti var, farklı milletlerden iş arkadaşlarım. İş yeri çok güzel bayıldım, sağladığı avantajlar inanılmaz güzel, böyle olacağını düşünmemiştim, kendimi şanslı varsayıyorum. 2 ay oldu geleli alıştık buralara sevdik Hollandayı. 15 Ekim de ajansın vasıtasıyla evimizi bulduk Amsterdam da, ilk görüşte aşk gibiydi :) beğendik ve tuttuk, 8 Kasım da da eşyalarımız geldi Türkiye' den, 3 haftadır yerleşme işleriyle uğraşıyoruz ama sona erdi gibi. Şu ana kadar herşey yolunda gidiyor, dur bakalım daha neler göreceğiz. Bu 2,5 aylık sürede güzel anılarımız oldu, bu aralar onları aktarmaya çalışacağım sizlere. Şimdilik özet bu kadar.

Read more...

Perşembe, Ekim 11, 2007

Mad World!

Bu yazım özel olarak Delta Havacılık eski ve yeni çalışanlarına. Bir ayrılık yazısı. Çok söze gerek yok.

Takvimler 13 Eylül 2002 yi gösterdiğinde sonradan hayatimin donum noktası olacağını anladığım Delta'da çalışmaya başlamıştım. Ve tam 5 yıl sonra, 10 Eylül 2007'de sizlerden, ailemden ayrılıyorum, ama bunu bir ayrılık olarak nitelendirmek istemiyorum. Daha çok evinden uzak diyarlara giden bir evlat olarak görüyorum. En verimli 5 yılımı burada sizlerle beraber geçirdim, doğal olarak hayatımda çok önemli izler bıraktınız. Buradan hepinize sesleniyorum, ayrı ayrı hepinizi çok ama çok seviyorum, iyi ki varsınız ve iyi ki bu güzel günleri bir arada yasadık.

Ben ve esim bu cumartesi günü Hollanda' ya bambaşka bir hayata doğru yol alıyoruz. Hepinize kapımız her zaman acık, hepinizi bekliyoruz yolunuz o taraflara düşerse.

Yaklaşık 1 ay önce yönetim kurulumuza gönderdiğim ve tüm içtenliğimle düşüncelerimi paylaştığım maili de sizlere bir ayrılık mesajı olarak aşağıda sunuyorum. Delta' nın ve sizlerin hakkını ne yapsam ödeyemem. Sadece yazılı bir mesaj ile sizlere veda etmek istemediğim için topladığım resimlerden bir Delta Filmi oluşturdum, umarım beğenirsiniz





5 yıldır Deltada çalışıyorum, bugüne kadar isimi daima severek yaptım, bu sayede de basarili olduğuma inanıyorum. Delta’nın 5 yıl boyunca bana kazandırdıklarını sanırım başka hiç bir şirkette edinemezdim. Her zaman, burada çalışmakla ne kadar doğru bir is yaptığımı duşundum. Kendi potansiyelimin farkına burada vardım, birçok ilki burada gerçekleştirdim, en verimli cağımı Deltada iyi isler çıkararak geçirdim ya da öyle olduğunu düşünüyorum.


Bu sure boyunca, sizi gururlandırdığım zamanlar olduğu gibi eminim sizi bıktırdığım zamanlar da olmuştur. Ben arkamda olumlu izler bırakabildiğimi ve çalışmalarımın sizi memnun ettiğini umuyorum. Evet bu cümleler ayrılığı haber veren bir yazı... Bunları yazmaksa benim için hayatimin en zor işlerinden biri. Ben burayı gerçekten bir aile olarak görüyorum ve aileme evden ayrılma kararı aldığımı açıklayan bir yazı yazmaktayım, ama simdi durup baktığımda bana bu ayrılık kararımdan ötürü hak vereceğinizi düşünüyorum. TMSCS, PROMACS, Roketsan vs. tüm projelerde iyi isler çıkarttık, para kazandık, emek harcadık. Hep Ankara'da bir şirket kurma umudum vardı, Delta benim için bir okuldu, verdiklerimden fazlasını aldığım bir okul... burayı sahiplendim ve çok emek harcadım. Fakat gecen zaman, değişen koşullar beni farklı hedeflere yöneltti.

Yurtdışında çalışıp, yapabilirsem yaşantıma orada devam etmeyi hedefliyorum. Bu konuda yaptığım bazı girişimler beni 10 Eylül itibariyle çok sevdiğim ailemden ayrılmaya mecbur bıraktı. Bu anın bu kadar çabuk geleceğini ben de beklemiyordum. Özgüvenimi korumaya çalışsam da su an biraz korktuğumu itiraf etmeliyim, alışkın olduğum yaşantıdan çıkıp kendime yeni bir düzen kurmaya gideceğim. Hayatımın dönum noktalarından birindeyim ve sizlerin yüreklendirici tavrınız benim için çok önemli. Kendimi bir evladınız/kardeşiniz gibi hissettirdiğiniz için desteğinizi de benden esirgemeyeceğinizi sezinliyorum.

Ergun Bey'in bana yıllar önce çok duygusal olduğumu söylemesinden beri, duygusal değil gerçekçi davranmaya çabalıyorum. Ergun Bey, sizden çok şey öğrendim, hayatıma Eric Berne girdi, ticari olabilmeyi öğrendim!?!, insanların konuşmalarını yorumlayabilmeyi, herşeyin mühendislik olmadığını, para kazanmanın bambaşka birşey olduğunu, zaten siz ve Delta olmasaydınız böyle önemli bir kararı da kesin alamazdım. Yani sonuçta ben emekli çocuğuyum, babama soruyorum "oğlum işini bırakma" diyor. Ben Roketsan’dan Delta'ya gelirken de aynı şeyi savunuyordu. Cesaret, özgüven, fırsat yaratma, değişime ve yeniliğe acık olma Delta’nın kişiliğime kattığı, bu noktada olmamı sağlayan artılar... Çeşme’deki toplantımızda Delta'dan emekli olabilirim demiştim, o zaman herkes gülmüştü ama ben ciddiydim, eğer kafamızdakileri yapabilseydik hep buraya hizmet etmek isterdim, ama maalesef bir noktada tıkandık ve ben yalnız kaldım. Şimdi artık ailesinden ayrılma zamanı gelen bir genç gibi hissediyorum kendimi.

Hepinizin beni anlayışla karşılayacağına inancım tam... Ayrılırken yanımda mutlu anılar götüreceğim, sizleri her zaman sevgiyle anacağım, umarım kırıcı olduğum zamanlar için beni affetmişsinizdir. Tekrar birlikte çalışma fırsatlarının doğmasını temenni ediyorum.

Sevgiyle...


Read more...

Married in Morocco

Uzun süre düşündüm nasıl ve nereden başlasam diye. Araya bir çok olay girdi bir türlü fırsat olmadı şu Fas seyahatimizi anlatmaya. Ben de şimdi Hollanda' da otel odamda yalnız başıma bayram arefesinde hadi bakayım dedim kendime başla birşeyler yazmaya. Barış şu an Türkiye' de eşyaların toplanması ile ilgileniyor yarın yani bayramın 1. günü yanıma gelecek inşallah. Hayırdır inşallah ne Hollanda'sı ne taşınması dediğinizi biliyorum onları da anlatacağım merak etmeyin. Herşeyin sırası var ama benim zamanım yok bunları bir bir anlatmaya, o nedenle 2007 yılındaki değişim rüzgarından teker teker zaman içerisinde bahsedeceğim.

1998 yılından beri çalışıyorum ama hiç bir zaman 3 hafta tatil yap(a)mamıştım. Bu defa evleniyordum, kolay mı? 23 Mart 98 - 20 Temmuz 07. Varın siz söyleyin çık mu yani 3 hafta izin. Evet 3 hafta iznimiz süresince yurtdışında evlenip gezecektik. Yaw nereden çıktı şimdi, aileler ne diyor, arkadaşlarınızdan uzakta ne yapacaksınız, düğün olmayacak mı vs. sorularına verebilecek çok fazla cevabım yok açıkçası. Sadece düğün yapıp insanları eğlendirmek, bu arada bir sürü sıkıntı çekmek, istediklerimizi bir türlü gerçekleştirememek, para harcamak yerine, paramızı kendi istediğimiz şekilde istediğimiz yerde kendimiz için harcayalım dedik. Kötü' mü ettik yaw, uzun yıllar anlatacak anılarımız oldu. Formalitelerden de kurtulmuş olduk.

Neyse, tamam Türkiye dışında bir yerde evlenecektik de neresi olacaktı burası? Herkes gibi Las Vegas' a mı gidecektik yani. Yok artık :). Düşündük, taşındık ben avrupa da çalışma niyetinde olduğumdan, oraya gitmeyi istemedik. Eğer iş bulursam zaten bayağı gezeceğiz oraları diye düşünmüştük. Nitekim de öyle oldu. Neyse, Fas bizim ilgimizi çekiyordu açıkçası, ben bir mail attım Türk Büyükelçiliğine onlar da cevap verdiler "elbette burada evlenebilirsiniz" diye. Tamam karar verilmişti, Fas' a gidecektik, oradan fırsatımız olursa İspanya tarafına da geçecektik. Barış tüm gezi ve evlilik planlarımızı yaptı, her zaman olduğu gibi sırt çantalarımızı hazırladık ve yola çıktık. Aslında planımız 20.07.2007 de başkent Rabat ta evlenmekti ama biz 10.07.2007 yi denk getirebildik. Valla hiç bu kadar heyecanlanacağımı düşünmemiştim. Büyükelçilikte bilinen o meşhur diyaloglar gerçekleştirildi, tüm elçilik personeli oradaydı ve biz sadece imza atıp çıkacağımızı düşünürken kendimizi nikah salonunda hissettik ve heyecanlandık. Barış ayağıma bile bastı. Neyse herşeyi video ya kaydettik ama resim çekmeyi atlamışız düşünün ne kadar heyecanlandığımızı.

Seramoni bitti ve biz gerçek anlamda Fas'ı gezmeye başladık, neredeyse tüm ülkeyi gezdik. Bir gece çölde kaldık, deveyle çölde dolaştık, gerçekten kolay bir iş değil. Temmuz ayı aslında en sıcak dönemi ve çöl için hiç uygun bir zaman değil. O nedenle sadece ben, Barış ve bizi çöldeki çadıra götürecek olan bedevi ile beraberdik. Çölü kapattım Barış için yani anlayacağınız. Değişik bir deneyim oldu. Çöl dışında sıcaktan çok etkilenmedik açıkçası. Taksi şöförleri dışında Faslı insanları da çok sevdik. Yemekleri ilk başlarda iyiydi ama hep aynı şeyler zamanla bıktırdı bizleri. Kuskus ve Tagine (bizim güvece benziyor) en meşhur yemekleri. Herkes Fransızca konuşuyor. Fransızca bilmeyen yok gibi, büyük çoğunluk İspanyolca da bilyor. Bizim gibi sadece İngilizce biliyorsanız çok zorluk çekersiniz. Sömürge olmanın avantajları! diye yorumladık. Ve de gerçekten pisler. Yani İspanya tarafına geçiyoruz ve Avrupaya geldiğini farkediyorsun. 2 km. gerindeki plaja girmek mümkün değilken bu taraf pırıl pırıl, hayrete düşmemek elde değil. En çok Fes ve Marakeş' i beğendik. Büyülü şehirler. Hele Fes yaşayan en eski şehirlerden biri. Labirent gibi heryer kaybolmamak imkansız. Marakeş ise herkesin görmesi gereken bir yer. Jemaa l-Fna meydanını anlatmak yetmez. Binbir çeşit insanı görebilirsiniz. İster inanın ister inanmayın bu meydan da dişçi bile var ama dişçilik yapmıyor! Resim çektirerek para kazanıyor. Yandaki resim Fas'ı gezerken en çok faydalandığımız site olan lexicorient den alıntıdır. Fas ile ilgili en iyi bilgileri kesinlikle bu siteden bulabilirsiniz.

Essaouira güzel bir sahil kasabası, uçsuz bucaksız okyanusu seyredip düşlere dalmak için birebir. Tangier' ı da beğendik sayılır, yani en sevdiğimiz yazarlardan Jack Kerouac'ın sürekli bahsettiği bir yer olması bizim iştahımızı kabartmıştı. Ayrıca herkesin bildiğinin aksine meşhur Kazablanka filminin asıl çekildiği yerin Tangier olduğunu öğrendiğimizde şok olmuştuk ama beklediğimizi tam bulabildiğimizi söyleyemeyeceğim. Bize sıradan geldi açıkçası, belki de artık Fas' a alışmıştık o nedenle çok ilgimizi çekmedi. Kazablanka da elbette beğenmediğimiz yerler arasında, çok sıradan. Dünyanın en büyük 2. cami olan Hasan II ye gittik, gerçekten muazzam bir cami ama insan, bunca adam açlıktan kırılırken bu gösterişe gerek var mı diye sormadan edemiyor (800.000.000$ a malolmuş!!!). Neyse . . . Chefchaouen pek çok kimsenin bilmediği ama kesinlikle Fas' a gidiyorsanız bir gününüzü ayırmanız gereken büyülğ bir kasaba. Bize Bozcaada' yı anımsattı inanılmaz güzel ve bir o kadar da temiz. Yolculuğumuz sırasında Cepta ya da geçtik. Afrika topraklarında bulunan bu ufak İspanyol şehri çok güzel plajlara sahip. İspanyol meyhanesinde Sangria içip tapa yedik elbette. Akdeniz' e ve Atlas okyanusuna girme şerefine de erişmiş olduk bu seyahatimizde.

Fas kesinlikle çok ucuz bir ülke, herşey çok ucuz, halkı da bunun farkında olduğu için pazarlık yapmanız gerekiyor. Turist olduğunuzu bilince fiyatlar 20 katına kadar çıkabiliyor. Ama inanın 350 den başlayıp 20 dirheme aldığımız şeyler oldu. İnanılmaz bir pazarlık diyaloğu yaşıyorsunuz bu bile zevk veriyor insana. sadece 1 euro ya taksiyle tüm şehri gezebiliyorsunuz neredeyse. Biz de o nedenle taksilerden inmedik. Yalnız taksiciler ile ilgili bir uyarı yapmam gerekiyor. Taksimetre açmıyorlar ve kafalarına göre para istiyorlar. Israrcı olmak gerekiyor. Ben ıssısz bir yerde bir kaç taksiciyle takıştıktan sonra bir diğerinin taksimetreyi açmak istememesi üzerine plakasını alır gibi yaptım. 10 dakika peşimde dolaştı, yalvardı, biz de korktuk ama peşimizi bırakmadı. En son bakkala girdim su alma bahanesiyle gelip suyun parasını vermeye çalıştı o da çok korkmuş olacak ki bu derece pişman oldu.

Anlat anlat bitmez hikayeler, böyle geçti bu tatilimiz işte. İyiki yaptık bunu, eğlendik, mutlu döndük ülkemize. Ne diyelim daha güzel seyahatler sizlerin olsun.

Fas seyahatimizle ilgili resimlerden oluşturduğum video yu aşağıda bulabilirsiniz. Umarım beğenirsiniz.





Read more...

Cuma, Ağustos 31, 2007

Gidiyorum . . .

Hepinizin bildiği gibi yaklaşık 1,5 ay önce evlendim. Hani hep sorarlar "evlenince hayatınız çok değişiyor mu?" diye. Bizi yakından tanıyanlarınız çok büyük değişiklikler olmadığını söylememizi bekliyorlardır ama hiç de öyle değil. 7 Eylül itibariyle 5 yıldır çalıştığım, emek verdiğim Delta ailesinden ayrılıyorum. Tam 10 yıldır yaşadığım Ankara' dan da ayrılıyorum. Bundan sonraki iş yaşamımı bir miktar yurtdışında devam ettireceğim, ya da ettirmeye çalışacağım, bunu zaman gösterecek. Sizlerden çok uzaklara gitsem de hep haberleşeceğiz. Kimbilir belki daha sık görüşme fırsatımız olur.

Bu hafta Ankara'daki ve Türkiye'de ki son haftam. 8 Eylül'de eşimle :) beraber uçuyoruz. Kendinize iyi bakın, hep kalbinizde olmak ümidiyle.

Herkes Fas seyahatimle ilgili yazılar beklerken bambaşka konularla karşınıza çıktım. Takdir edersiniz ki hayatımda büyük değişiklikler oluyor, şu an ben de yeni yaşantıma alışmaya çalışıyorum. Sizi temin ediyorum çok yakında Fas ve yurtdışında çalışmaya başlamam ile ilgili yazılarımı burada okuyacaksınız.

Read more...

Salı, Ağustos 21, 2007

Roketsan Bowling Turnuvası

Uzun zamandır Roketsan firmasında önemli bir proje için ter döküyoruz. Hal böyle olunca haftanın en az 3 günü proje çalışması için Roketsan tesislerindeyiz ve roketsan çalışanı olduk sayılır. Geçenlerde geleneksel Roketsan Bowling turnuvasına sağolsunlar beni de davet ettiler. Selçuk Yaşar, ben, Cemal Oğuzsoy ve Kerim İnce,' den oluşan takımımız beklenenin aksine çok iyi bir performans gösterdi ve ilk 8 e kalmayı başardı. Final turlarında güçlü rakiplerimiz karşısında üstün bir performans göstermemize karşın yarışmayı derece alamadan tamamladık. Çok keyifli geçen geceden geriye bu anlamlı resim kaldı.

Read more...

Salı, Ağustos 07, 2007

NY

Blogum ile ilgili uzun zamandır yazı yazmıyordum. Yazacak, paylaşacak o kadar çok şey birikti ki, hepsi ile ilgili tek bir yükleme yapayım da uzun zamandır yazmamı bekleyen müdavimlerimi kızdırmayayım.

Evet o halde ilk durağımız Amerika. İş ile ilgili olarak bir firma ile toplantı yapmak amacıyla 1 haftalığına Amerika seyahati yapacaktım. Ben de bunu fırsat bilip yıllık iznimden de 1 hafta alıp Amerika seyahatimi uzatmaya karar verdim. İş toplantısı Austin-Texas ta idi. 1 hafta burada kaldım, sağolsun firma yetkilileri benimle çok ilgilendiler. Her akşam bir yere götürdüler, ClearOrbit firmasından Brian Petty ile çok sıkı dost oluverdik bu kısa süre zarfında. Halen daha görüsüyoruz.

Austin kenti müziğin başkenti olarak anılıyor amerika da, müziksiz bir gün geçmiyor akşam caddeleri gezerken bunu farkediyorsunuz eğlencenin doruklarını yaşıyor buradakiler. Hatta geçen gün izlediğim sevgili Tarantino amcamın son filmi "Death Proof" taki ilk hikaye Austin de geciyor, tekrar Amerikada ki o bir haftaya döndüm bu filmi izlerken. Bu şehir de herkes müzikle ilgileniyor gerçekten, bizim Brian ın da kendi kurduğu müzik grubu olduğunu söylersem daha iyi anlayacaksınız müziğin Austin için ne derece önemli olduğunu.

Bu arada British Airways sağolsun bavulumu kaybettiği için bayağı bir sıkıntı çektim. İş toplantılarına Amerıkadan aldığım kıyafetlerle gitmek zorunda kaldım. Neyseki Amerikalılar rahat insanlar, kıyafetlere pek aldırış etmediler. Gerçekten yaw biz mi Türkiye de işleri çok abartıyoruz anlamadım, onlar o kadar rahatlar ki işlerinde.

Sadece müzik değil elbette, inanılmaz bir doğaya da sahip Austin, gerçi amerika genel olarak böyle ama napalım biz şimdi Austin den bahsediyoruz. Brian ile her gece bir yere gittik, benim yeni tatlardan zevk aldığımı anladığı için her gece farklı birşeyler yiyorduk, bir gün çiğ istiridye yedik, inanılmaz birşeydi, normalde hayatta tatmaya cesaret edemezdim ama Brian e güvenerek tattım, öyle ahım şahım gelmedi bana ama görüntüsü ve sosları inanılmazdı. Yalnız gitmeden biliyordum ama orada bir daha anladım ki "Texas T-Bone Steak" i buradan başka bir yerde yemeyeceksin. Yaw yıllardır biz biftek diye başka birşey yiyoruz herhalde ben bu kadar lezzetli et başka bir yerde yemedim, yiyebileceğimi de sanmıyorum.

Austin de işim bitince uçakla New York a geçtim. Neden New York derseniz, zaten 1 hafta izin almıştım, bu süre zarfında dünyanın en kayda değer şehrini görmem gerektiğini düşündüm. Yani New York bu yaw, bir çok filme, müziğe, sanata konu olmuş büyüleyici şehir. "New York is a city that never sleeps!". Görmeden olmaz di mi? Çok akıllıca bir karar vermişim kesinlikle, gerçekten büyülendim. Yaklaşık 9 gün kaldım ve tüm Manhattan adasını karış karış gezdim. Bir ton da alışveriş yaptım.

New York' a geldiğimde önce çok korktum, ne bilim filmlerin etkisinden olsa gerek herkese şüpheyle yaklaşır oldum. New York' ta otel bulmak çok zor ve de pahalı ama çok güzel hostel lar var, o zamanlar "Hostel" filmini de seyretmediğim için bir sakınca görmedim ve Broadway de bir pansiyona yerleştim. Pansiyonda oda 6 kişilik ve karışıktı yani kız erkek karışık kalıyorduk, dünyanın her bir tarafından gelen insanlarla beraber aynı odayı paylaşmak inanılmaz güzeldi gerçekten. Brezilya, Avustralya, İngiltere, Türkiye den gelen kişilerle tanıştım, çok güzeldi ve 9 gün boyunca tüm Manhattan' ın altını üstüne getirdim diyebilirim. Elimde New York kitabı ile gidilmesi gereken her yere gittim ve birçok insan gibi ben de büyülendim bu şehirden, kesinlikle görülmesi ve mümkünse yaşanması gereken bir şehir. Delta' dan çok sevgili çalışma arkadaşım Sibel Ecer şimdi New York'ta yaşıyor, biz de Barış ile beraber her sene Green Card a başvuruyoruz ama henüz olmadı bakalım gelecek neler gösterecek?

Tüm dünya mutfaklarını burada tatmak mümkün, inanılmaz keyif aldım yemek yerken gerçekten her gün başka birşey denedim. Chinatown' dan başlayıp Soho' ya yürümek ve anlık tuhaf değişimleri gözlemlemek apayrı bir deneyim. Kentte yaşayan her üç kişiden biri ABD dışında bir ülke doğumluymuş, o nedenle İngilizce çeşitli aksanlarla konuşuluyor. Kentte İngilizce’nin yanı sıra İspanyolca, Little Italy (Küçük İtalya) semtinde İtalyanca, China Town’da (Çin mahallesi) Çince konuşuluyor. Hatta ingilizceden çok İspanyolca işittiğimi söyleyebilirim rahatlıkla. Kent beş bölüme ayrılmış Bronx dışında heryerini gezdim: Manhattan, Brooklyn, Queens, Bronx ve Staten Island. Özgürlük Abidesi, Empire State Binası, Central Park ve Times Meydanı, Modern Sanat Müzesi ve Guggenheim Müzesi en beğendiğim yerler. Gökdelenleri, caddeleri, lokantaları, alışveriş merkezleri ve insanlarıyla, New York inanılmaz.

Tabi New York' a gidince Okyanus a da adım attım açıkçası, ama hava o kadar soğuktu ki gerçekten sadece adım attım, yüzmek falan nasip olmadı, başka zaman artık diyerek New York un diğer tatlarından faydalandık. Yazacak anlatacak çok şey var belki ama New York ile ilgili burada nokta koymak istiyorum. Manhattan da gezerken yanımda Serdar Turgut' un "Şahsi Bir New York Biyografisi" adlı kitabı vardı, orada bu kitabı okumak ayrı bir güzellik kattı yaşadıklarıma. Tavsiye ederim.

Bu arada Londra Metrosu Sembolünün burada ne işi var diye düşünüyor olabilirsiniz. Açıklaması gayet basit, Amerika' dan Türkiye' ye Londra aktarmalı olarak dönmek zorundaydım ve 9 saat Londra da beklemem gerekecekti ben de 6 ay kaldığım İngiltere' de eski günlerin hatırına bu 9 saati ufak bir Londra turuyla renklendireyim dedim.

Read more...

Pazar, Temmuz 08, 2007

Just Married . . .

Barış'ımla, 23 Mart 1998 den beri süren mutlu birlikteliğimizi evlilikle devam ettirmeye karar verdik. 20 Temmuz 2007 tarihinde, sizlerden çok uzakta Fas - Rabat Türk Büyükelçiliği' nde, yıllar önce sonsuza kadar mutlu olacağımıza dair kalbimizde verdiğimiz sözü resmi makamlar huzurunda tescil ettirip yolumuza devam edeceğiz. Mekanın, zamanın bizim için anlamsızlaştığı bu tarihte biliyoruz ki sizler de bu ana, kalbinizden tanıklık edeceksiniz.

Pazartesi den başlayarak 3 hafta buralardan uzakta olacagız, döndükten sonra görüşmek/konuşmak dileğiyle. 20 Temmuz ile ilgili ayrıntıları, daha sonra burada yayımlamaya çalışacağım.

Sizleri Eymir de cekilmis bir mutluluk fotoğrafıyla başbaşa bırakıyorum.

Read more...

Cumartesi, Nisan 14, 2007

ng2k

Bugün, benim doğum günüm. 30 lu yıllar güzelmiş :) Ama ben hala alışamadım. Takılıyoruz işte. Eski yıllara nazaran, son 2-3 yıldır farkında olduğum tek bir şey var sadece, "Hayatta herşey basittir". Gerçekten de öyle hayat cidden basit, sadece biz fazla zorluyoruz kendimizi ve işleri büyütüyoruz. Bazı duygular gerçekten yaşla beraber geliyor herhalde. Hani küçükken derler ya, "Büyüyünce anlarsın" diye, o zamanlar bu laf beni sinir ederdi, ancak zamanla anlıyorum her yaşın düşüncesi değişik oluyor gerçekten.

Neyse bugün sabah kalktık, güzel bir kahvaltı sonrası, cep telefonumu elime aldım ve uzun zamandır görmediğim tüm arkadaşlarıma onları özlediğimi ve unutmadığımı belirten birer mesaj çektim. Hemen hemen herkes ya aradı ya da mesaj çekti, bugünün doğum günüm olduğunu bilmiyordu büyük çoğunluğu. Uzun yıllar sonra arkadaşlarımdan haber almak, seslerini duymak ne güzel geldi bana anlatamam. 3 yıldır bunu yapıyorum, her doğum günümde mesaj atıyorum. 3 yıldır en güzel doğumgününü ben yaşıyorum :)

Geçen sene doğumgünümde Barış' ım sağolsun evde 30 yaş partisi vermişti, Ankarada' ki pek çok arkadaşımızı davet etmiştik, çok güzeldi. Bu sene sade bir doğum günü geçirmeyi tercih ettik, eee yaş kemale erdi artık daha bir oturaklı olmak gerekiyor :) Neyse şu an bloguma resimden de göreceğiniz ama pek anlayamayacağınız üzere ODTÜ nün çimlerinden yazıyorum. Süper yaw şu kablosuz internet olayı. ODTÜ ye geldik Barış ile, voleybol oynadık, çimenlere yayıldık, kitabımızı okuyoruz, bilgisayarımı da MM' in kablosuzuyla internete bağladım, şu an ne önümüzdeki haftaki proje PDR (Preliminary Design Review)' ını, ne de sonraki haftaki ihale çalışmasını düşünüyorum. Şu an sadece ne kadar şanslı ve mutlu bir insan olduğumu düşünüyorum. Şükürler olsun. Canım sevgilim, canım ailem, canım arkadaşlarım, canım ODTÜ'm, canım Türkiye'm, canım Fenerbahçem :). İyi ki doğdum.

Read more...

Çarşamba, Şubat 28, 2007

I did it . . .

Geçenlerde Delta ofisten Seçkin Aydın "Lost" dizisi CD leri ile beraber bana adını daha önce duymadığım "Heroes" isimli dizinin ilk 7 bölümünü DVD olarak verdi. Kimbilir ne tür bir kahramanlık hikayesidir diye izlememek için arşivde en kuytu köşede saklıyordum. Derken CNBCe de dizinin fragmanları görünmeye başladı ve ilgimi çekti. Hele de "Final Destination" filminden Ali Larter' in nin oynadığını görünce diziye olan ilgim arttı. Bir akşam Barış ile seyretmeye karar verdik. İlk bölümünü izleriz, sararsa sonraki günler devamını izleriz diye düşünüyorduk. Ancak 1, 2, 3 derken o gece 7 bölümü de bitirdik. İnanın diğer bölümlerde elimizde olsa seyrederdik herhalde. Hayatımızda ilk defa böyle bir şey yaşıyorduk. Yani hiç bir diziyi bu kadar zevkle izlediğimi hatırlamıyorum. İnanılmaz sürükleyici bir dizi kesinlikle. Neyse, sonrakı günler diğer bölümlerini de indirdim ve CNBCe de daha yayınlanmadan biz ilk 17 bölümünü seyredivermiş olduk. Amerika' da dizi devam etmekte ve biz ne yazıkki şu an her bir yeni bölüm için 1 hafta beklemek zorundayız. Seyretmeyenlere, bilmeyenlere kesinlikle tavsiye ediyorum. Benim favorim Japon kahramanımız Hiro. Sahi siz kimsiniz?

Tabi Heroes' un yeni bölümlerinin çekilmesini beklerken, yine bu dizinin yapımcılarından "Lost" dizisini izlemeye başladık. O da çok iyi bir dizi kesinlikle, biraz daha yavaş gelişiyor konu ama kesinlikle sizi kendisine bağlıyor. Sawyer, Kate, Locke, Hugo bir anda hayatımıza giriverdiler böylece. Ama dizi iyiden iyiye bulmacaya döndü, "nedir bunların sırları?" diye düşünmekten bitap düştük, senaristler hiç değilse bazı soru işaretlerini çözümleseler de biz de biraz daha olayların içine girsek diyorum.

Ancak bir bu dizilere bakıyorum, bir de bizim televizyonlarımızda verilen saçmalıklara. Arada dağlar kadar fark var gerçekten.

Read more...

Cumartesi, Ocak 27, 2007

Türk Mucizesi

Bu aralar, haftada en az 2 gün yeni projemiz için Roketsan' a gidip geliyorum. Yol çok uzun olduğu için tıpkı eski günlerdeki gibi kitap okuyarak değerlendiriyorum serviste geçen zamanımı. Geçen gün okuduğum kitaptaki bir biyografi beni eski günlere götürdü. Yine gözlerim doldu. O an dedim bunu bloguma da taşımalıyım, Türkiye' mizde yetişen güzel insanlarımızı unutmamak için onun hakkında birşeyler yazmalıydım burada. Bakalım ben söylemeden bu kişiyi tanıyabilecek misiniz? Bahsi edilen kişinin benim gibi Kabataş Erkek Lisesi mezunu olması gururlandırır beni ama asıl gururu aşağıda göreceksiniz ki ülkesine kazandırdıklarıyla tam bir "Türk Mucizesi" olması verir bana.

Kahramanımız Karadeniz bölgesinde Sürmene' ye bağlı Yılmazlar köyünde doğar. Çocukluk yıllarında çobanlık yapar. Sürmene’nin sarp dağlarında inekleri uçurumdan düşer diye korkmuş, ama görevini eksiksiz yapmıştır. Mahalledeki çocuklara Teksas, Tommiks kitapları kiralayarak okul harçlığını çıkarır; bunun yanında aile bütçesine de katkıda bulunur. En zirvesine çıkacağı başarı merdivenine ilk adımını, Milliyet Gazetesi’nin açtığı İlkokullar arası Bilgi Yarışması’nda birinci olarak atar. “Hiçbir zaman bırakın İstanbul’u, Ankara’yı veya yurt dışını, Trabzon’a bile gidebileceğimi sanmazdım. Köyde iken ortaokula ve liseye gitmeyi bile hayal edemezdim.” sözleriyle çocukluk yıllarındaki düşüncelerini anlatır. Ortaokulu parasız yatılı olarak Samsun' da okuduktan sonra, TÜBİTAK bursuyla geçtiği Kabataş Erkek Lisesi' ni 1966 yılında birincilikle bitirir. Aynı yıl üniversite giriş sınavlarında Türkiye birincisi; hem de bütün soruları yanlışsız doğru cevaplayarak (Bugüne kadar ÖYS sınavında böyle bir derece elde edilemedi!) birinci olması O’nun yıldızını daha da parlatır. İstanbul Üniversitesi' ni burs hakkı kazanarak en yüksek puanla kazanan tek öğrenci olur. Milli Eğitim bakanlığı bursu kazanarak eğitimine Amerika’da devam eder. Purdue Üniversitesi’nde okurken Türkiye’de döviz sıkıntısı olunca, bursu gönderilmez veya gönderilemez. Bununla ilgili bir anısını şöyle anlatır. "Türkiye’de döviz sıkıntısı başlayınca burslarımızı zamanında alamadık. Amerika’da üç gün aç kaldığımı unutamam. Öğrenci yurduna bulaşıkçı girdim, bir haftada aşçılığa terfi ettim." Bu şartlarda dört yıllık fakülteyi iki buçuk yılda bitirir. Elektronik mühendisi olur. Missouri Üniversitesi’nde Tıp Mühendisliği alanında doktorasını yaparak 28 yaşında ABD Üniversitelerinde ders vermeye başlar.

1987 seçimlerinde milletvekili seçilir. Bakan olur. PETKİM onun döneminde kara geçer. Bakan olduğu dönemde, siyasi sebeplerle bir kişiyi bile işe almadığını her yerde söyler. Partisinin düşmanlığını kazanır. ‘’sinema, müzik ve video eserleri kanunu’’ onun eseridir. Okul televizyonu adı altında ülkenin her yerinden seyredilen eğitim programlarını başlatır. KDV hayata geçer. Diğer partilere ait belediyelere kendi belediyeleri kadar bütçe veren tek bakan olarak herkesi şaşırtır. Cumhuriyet tarihinde ilk kez onun Maliye Bakanlığı döneminde Eğitim bakanlığı bütçesi Savunma bakanlığı bütçesinden daha fazla gelir alır. Meraların ıslah edilip verimli kılınması projesini başlatır. Türk tütününü ezen Amerikan şirket anlayışını kovar. Tekel 2000 tüm yabancı sigaraları saf dışı bırakır. Halk pazarları onun projesidir ve hayata geçirir. Dağılan Rus cumhuriyetlerinden çok önemli bilim adamlarını gizlice getirtir. Bir seçmeni "sizi milletvekili seçtik ama ne yaptığınızı bilmiyoruz!" diye mektup yazınca çok detaylı bir katalog gibi çalışmayı seçmene yollar, seçmen şok olur. Kamuoyunda “Kıyak Emeklilik ve Ballı Maaş” olarak adlandırılan milletvekillerine süper emeklilik sağlayan kanunun iptali için dava açar ve bu maaşı hiç olmayan tek milletvekili, gerçek milletvekili olur. Borsanın kurulmasından, vergi sisteminin oluşturulmasına kadar birçok konuda sistem alt yapısı onun görüşleriyle şekillenir. Kartal bölgesinde yağma edilen hazine arazisine askeri birlik konması fikriyle herkesi şaşırtır. Şimdi sadece oraları yeşil alan ve istila edilmemiş durumda. "Atatürk’ü gençliğe doğru anlatırsak , aşırı uçlarda boş fikirlerle gezmezler" demekten dilinde tüy biter. "Bakan" oldun diyenlere; "Hayır sadece "Bakan" değil, aynı zamanda "Gören" oldum zekice cevabıyla sadece "Bakan" olanları edeplice uyarır.

Öldüğünde ikinci el bir arabaya biniyordu. Karayolundan giderken yeni yapılan otobanın girişine konan hatalı yön tabelası yüzünden ters yöne girdi ve kazada kendisiyle eşi ve kızı da öldü!.. Tabelanın yanlış konması bir ihtimal düşündürücüydü. Bir ihtimal ortadan kaldırılmış olabilirdi. Çünkü çok genç ve çok başarılıydı. Ulusalcıydı. ANAP’ ın başına geçmesi ve ileriki yıllarda ülkeyi yönetmesi muhtemeldi.
Geçim sıkıntısı çeken bir Maliye Bakanı. Amerikada okumuş ama Ulusalcı. Proje üreten, geleceğe bakan, Türkiyeye inanan bir siyasetçi. Öldüğünde hurda haline gelmiş arabası ve bankadaki 43 milyon lirasından başka bir mal varlığı bırakmadığı beyan edildi. Doğruları ararken karanlıkta yaşamadı; dediği gibi yaşadı, yaşadığını söyledi. Dünyayı ayaklarıyla değil, düşünceleriyle dolaştı. Çocuklarına ve sevenlerine bıraktığı tek miras, çalışkanlık ve dürüstlük oldu.

Evet Rahmetli Adnan Kahveci' den bahsediyorum. Hayatımda, öldüğünde gözyaşı döktüğüm yegane politikacıdan. Burada çeşitli alıntılarla kendisini anlatmaya çalıştım, bilmeyenler görsünler nasıl politikacı olunur diye. Bugun kitabı okuduğumda içimde bir acı hissettim. Unutur olmuşum Adnan Kahveci' yi diye ve aklıma yeni neslin kendisini pek tanımadığı, bilmediği geldi. Internette yaptığım araştırmalarda da çok fazla bilgiye ulaşamadım. Dedim ki politika dediğimiz şey yalan dolan değil sadece. İyi şeyler de yapılıyor ülkemde, iyi insanlarımız da yetişiyor. Ama unutmamamız lazım bu değerleri. Benim de bir katkım olsun bu yazıyla. Bu ülke daha nice Adnan Kahveciler yetiştirecek potansiyele sahip. Yeter ki dürüstlüğe, çalışkanlığa destek versin canım halkım ve işe kendinden başlasın. "En büyük vatanseverlik, mesleğini en iyi şekilde yapmaktır."

- Yukarıdaki yazılar, çeşitli internet sitelerinden ve kitaplardan derlenmiştir.


Read more...

Salı, Ocak 23, 2007

Keşke Sevmeseniz

Sadece fikirleri yüzünden öldürülen insanlar var ülkemde. Yer yarılsa da yerin dibine girsem, yani o kadar utanıyorum. Bugün eşi konuşurken şöyle dedi; "Bir bebekten bir katil yaratmayı başarabilen bu KARANLIĞI sorgulamadan hiç birşey olmaz." Tüylerim diken diken oldu. Bizi çok seven, vatanını çok seven, severken öldüren, öldürdükçe yücelen insan görünümlü yaratıklar olduğu sürece bu karanlığı nasıl yokedeceğiz? Keşke sevmeseniz be, keşke.

Can Dündar' ın yazısından alıntı;

Adam gibi adamdı.
Dağ gibi, ırmak gibi, çocuk gibi bir adamdı.
Özü sözü bir, yurtsever ve yiğit, dünyalar güzeli bir adamdı.
Bir sınır boyundaydık.
İkimiz yürüyorduk.
Omzuma sarılıp bir öykü anlatmıştı bana:
Sivas'tan Fransa'ya göçmüş yaşlı bir Ermeni kadın, "Toprağından yol geçecek. Gel" çağrısı üzerine Sivas'a, terk ettiği topraklara gelmiş yeniden...
80 yaşın yorgunluğuyla döndüğü topraklarda vefat etmiş.
Telefonla kızını aramışlar hemen; cenazeyi alması için...
Kızı "Bekletmeyin, toprağına gömün" demiş ve eklemiş:
"Su, çatlağını buldu."
Gözleri yaşarmıştı bunları anlatırken...
Sonra, "'Türkiye'nin toprağında gözünüz var' diyorlar ya" demişti:
"Evet, gözümüz var bu vatanın toprağında... Ama koparıp götürmek için değil, en dibine gömülmek için..."

Can Dündar - Milliyet - 20.01.2007

Read more...

Salı, Ocak 09, 2007

Kick Off

Uzun zamandır önemli bir proje üzerinde kafa yoruyordum. Bir ihale açılmıştı ve ihalede mutlu sona ulaşmak isteyen 5 firma vardı. Büyük uğraşlar sonunda ihaleyi biz kazandık. Bugün bu projeye resmi olarak başladığımızı ifade eden toplantımızı (Kick Off) gerçekleştirdik. Projenin benim için önemli bir yanı, eski firmam Roketsan ile çalışacak olmam. Bu nedenle çok heyecanlıyım. Dostlarımı göreceğim, onlarla yeniden ter dökeceğim projenin başarısı için. Roketsan büyük bir aile ve biliyorum ki ben de bu ailenin bir ferdiyim. 4 yıl önce gözlerim yaşlı ayrılmıştım Roketsan ailesinden, kariyerimi ve geleceğimi düşünerek, tıpkı 9 yıl önce İstanbul' u ve ailemi aynı nedenlerle terkederken olduğu gibi. Doğru kararı vermek acı çekmeni önlemiyor bu gibi durumlarda.

Dostlar ile çalışacak olmamın yanında bu projenin içeriği de beni heyecanlandırıyor. Gizli bir proje olduğundan detaylarına burada ne yazıkki giremiyorum. Ama bana ve ekibime kazandıracakları açısından inanılmaz heyecanlandığımı, motivasyonumun en yüksek seviyede olduğunu buradan haykırmadan edemeyeceğim. Umarım proje sonucunda başarılı oluruz, bunun için elimizden geleni yapacağız. Bugün yeni bir dönem başladı.

Read more...