"I should not talk so much about myself if there were anybody else whom I knew as well." - "Eğer bir başkasını daha iyi tanıyor olsaydım, kendimden bahsetmezdim." - Henry David Thoreau

Salı, Temmuz 27, 2010

Tatildeyiz - 3

Pisa’ya geçen yıl da gelmiştik, yolculuğumuzun son durağıydı. Bu sene geliş nedenimiz tatilimize geçen sene kaldığımız yerden devam etmek değildi elbette. Güney Fransa ya da İtalya’nın Toskana bölgesine yakın bir yerinde uygun uçak bileti bulmaya çalışarak tatilimizi planlamıştık. Buna göre en uygunu Pisa’ya gelip Marsilya’dan dönmek oldu. Şansımıza Gogol Bordello’nun Pisa’da bizim geldiğimiz dönemde bir konseri olduğunu öğrenince konser biletini hemen aldık. Hem geçen geldiğimiz ve çok beğendiğimiz Pisa’yı bir kez daha gezecek hem de güzel bir konsere gidecektik. 

Pisa benim çok sevdiğim şehirlerden biri, bana küçük Roma gibi geliyor. Sokaklarında amaçsızca gezmek, gördüğümüz küçük kafelerde molalar vermek, pazarlarını gezmek, insanları seyretmek, güzel yemekler yemek, binaları incelemek her şey huzur verici burada. Pisa’nın benim için ayrı bir önemi de Pana Cotta tatlısını burada keşfetmiş olmamdı. Geçen sene girdiğimiz pastanede (Salza – buradaki her şeyi yemek isteyebilirsiniz) üzerinde böğürtlen reçeli gibi bir şey olan beyaz tatlıyı denemiş ve tadı damağımızda kalmıştı. Pana Cotta o zamandan beri her İtalyan lokantasında menüde ilk aradığım şey olmuştu. Hatta Amsterdam’da bile bulduk yapan yer. Tarifi de çok basit aslında (google). Krem karamele benziyor, çilekli, çikolatalı, böğürtlenli, karamellisi de yapılıyor ama ben frambuazlı olanına bayılıyorum. Aklınızda bulunsun mutlaka tadın. 

Pisa’da herkesin bildiği meşhur Pisa Kulesi var, elbette orada fotoğraflar çektik, ama ben en çok kule ile beraber değişik pozlar vermeye çalışırken şekilden şekilde giren insanları seyretmeyi seviyorum. İnsanların yaratıcılıklarına şapka çıkartmam gerek, yaptıkları hareketler Pisa kulesinin ilginçliğini gölgede bıraktıran cinsten. Biz bu sene normal bir fotoğraf ile yetindik. Akşam oldu ve biz açıkhavada yapılan Gogol Bordello konseri ile coştuk. Erkenden gittiğimiz için en önde izledik konseri. Gogol Bordello “Çingene Punk – Gypsy Punk” yapan bir grup, kendisini bu sene Amsterdam’da Barış’ın bir arkadaşı sayesinde keşfetmiştik ve aylardır da dinliyoruz, dinlemek ne kelime şarkılarını bağıra çağıra söylüyor ve zıplayarak dans ediyoruz. Konserinde de aynı şekilde zıplayıp durduk, çılgın Pisa gençleri bayağı hopladı, Gogol Bordello da bizleri 2 dakika hareketsiz bırakmadı, epey bir yorulduk. Grubun tüm elemanlarını ayrı ayrı beğendim, her birinin kendine has özellikleri var. Şarkılarında faşizme, ırkçılığa, göçmen haklarına dair mesajlar da veriyorlar. Solistleri Eugene Hütz inanılmaz biri, daha evvel bir filmde izlemiş ve çok beğenmiştik. İngilizce aksanı çok hoş. Aslında Ukraynalı, ama anneanne tarafından Roman, yani çingene kanı var. Ukrayna’ dan Macaristan, İtalya, İngiltere’ye ve son olarak da Amerika’ya göç etmişler. O nedenle tam bir göçmen hakları aktivisti. Yeni albümleri dolayısı ile şu an dünya turundalar, her gün bir yerde konser veriyorlar. Tatilimizde yaptığımız en eğlenceli anlarından biriydi, keşke yine gidebilsek. İstanbul’da Kemancı, Ankara’da Gölge Bar ya da Manhattan’da kurtlarımızı dökerdik biz rockçılar. Son yıllarda clubber müzikler yüzünden böyle aktivitelerin sonu mu geldi diye düşünür olmuştum. Ama buradan haykırıyorum tıpkı Sibel Kekili ve Birol Güven’ in Duvara Karşı filminde haykırdığı gibi; Punk is not dead!!


Read more...

Pazar, Temmuz 25, 2010

Tatildeyiz - 2



En son nerede kalmıştım, evet Pisa’ya doğru yola çıkmıştık. Pisa’ya iner inmez, Floransa trenine bindik. Amacımız 2 gün Floransa’ yı gezmek ve sonrasında sabırsızlıkla beklediğimiz Gogol Bordello konseri için Pisa’ ya dönmekti. Pisa – Floransa arası trenle yaklaşık 1 saat sürüyor ve bilet kişibaşı 5.5 euro. İtalya’ nın trenlerine hastayım, görüntüleri 2. Dünya savaşından kalma gibi ama oldukça hızlılar ve hemen hemen her yere tren mevcut, her yeri demir ağlarla örmüşler tıpkı bizim Cumhuriyetin 10. Yılında olduğu gibi, biz sadece demir ağları unutmuşuz 10. yılımızdan sonra. Hiçbir zaman önceden bilet almıyorsunuz tren için (bu gerçi Avrupa’nın her yerinde mevcut bir sistem). İstasyona geldiğiniz de genelde biletinizi alıp sıradaki trene binip gideceğiniz yere yola koyuluyorsunuz. İstanbul-Ankara arası haftalar öncesinden tren bileti için koşuşturmalarım geliyor böyle durumlarda aklıma. Sonuçta hep otobüsle gitmek zorunda kalırdım. Şu anda da bu satırları Levanto’dan Cenova’ya giden trende yazıyorum. Diyorum ya son 3 yıldır üniversite döneminde yapamadığım InterRail’in acısını çıkarıyorum tatillerimde. 

Floransa’ya varır varmaz otobüse atlayıp kalacağımız kamp alanına doğru yola çıktık. Floransa’yı tepeden gören bir yerde, harika bir kampta kaldık (Camping Michelangelo). Burası bugüne kadar kaldığımız en güzel kamplardan biriydi. Kamp yapanlar için her şey düşünülmüştü ve kantin bölgesi cıvıl cıvıl genç insan kaynıyordu. Burada tanışıp arkadaş olan, beraber şehirleri gezen, birbirlerinin kültürlerini tanıyan gençler. Biz de birkaçıyla tanıştık, sohbetler ettik, çok hoşuma gidiyor yeni insanlarla tanışmak, sohbetlerini dinlemek, farklı dünyalar görmek. Kamp alanında bir de pano vardı burada tanışıp evlenmiş insanlara ait resimler vardı. 2 kişi ve 1 çadır için günlük 22 euro ödedik, 2 gün burada kaldık. Çadırımızın çivilerini evde (ya da başka bir yerde, henüz bilmiyoruz) unuttuğumuzu farkettiğimizde bir an için endişelenir gibi olduk ama ben sert dallar vasıtasıyla çadırı sabitlemeyi başardım. Sonrasında zaten kampın marketinde çadır için çivi satıldığını farkettik ve sonraki çadır kurma faaliyetlerinde eziyetten kurtulduk. Aslında bu kamp olayı acayip hoşuma gidiyor ve ileride karavan ile kamp yapabilirsek çok mutlu olacağım şimdiden düşüncelere beşladım zaten bakalım ya nasip diyelim. 

Floransa çok güzel bir şehir, her tarafından sanat-tarih fışkırıyor, sıradan apartman daireleri bile öyle güzel inşa edilmiş ki sanırsın Da Vinci burada yaşamış. Gezilecek tonla yer var, burada hepsini anlatmaya kalksam ne vaktim ne gücüm yeter. Size resimlerle burayı tanıtmak daha uygun olacaktır sanırım. Bir de Floransa için değil ama genel olarak İtalya için yemek yeme ile ilgili bir iki bilgi vermekte fayda var. Biz güne bir barda güzel bir kahve ve yanında bir panini yiyerek başlıyoruz, daha sonra mutlaka halk pazarına gidip taze yaz meyvalarından alıp, hemen hemen her sokak başında bulabileceğiniz bir çeşmede bunları yıkayıp, mideye indiriyoruz. Mutlaka yolumuzun üzerinde gördüğümüz bir “forna”ya (fırın) uğrayıp çeşit çeşit “focaccio” lardan (pizzamsı ekmek) gözümüze kestirdiklerimizi toplayıp yiyoruz, harika oluyorlar inanın. Akşam yemeği için ise büyük çoğunlukla bir Trattoria (İtalyan Aile ya da Halk Lokantası) ya uğrayıp güzel ev yapımı İtalyan yemekleri yiyip ev şarabı içiyoruz. Kesinlikle restorana gidip turist menülerinden yemeyin derim ben, dediğim gibi İtalyanlarla beraber onların akşam yedikleri yemeklerden tatmalı, inanılmaz lezzetli ve de ucuzlar. Yarım litre şarap 2.5 euro. Ayrıca yanınızda bir de Lonely Planet kitabı olursa hangi trattorio nerede tavsiye ediliyor ona göre bir seçim yapabilirsiniz. Lonely Planet o kadar önemli ki, tavsiye ettiği trattorioları yolda yürüyerek bulamazsınız. 

Genel de ara sokaklarda, in cin top oynayan yerlerde, normalde hiç girmeyeceğiniz mahallelerde enfes yerler tavsiye ediyor. Lokantaya bir giriyorsunuz ve bağıra çağıra konuşan İtalyanlar arasında hiç İngilizce bilmeyen garsonlara yemek ısmarlamaya çalışıyorsunuz, ama o kadar lezzetli yemeklerle sonlanıyor ki geceniz, mutlu mesut otelinize dönüyorsunuz, o yüzden hayalkırıklığı yaşamamak için tavsiyem mutlaka bir rehber kitap edinerek gidin. Yolunuz Floransa’ya düşerse gitmek üzere size hemen bir trattoria tavsyesi ama burası sadece 14’e kadar açık yani öğlen yemeği için uğrayabilirsiniz; Mercato Centrale San Lorenzo çarşısı içerisinde Nerbone isimli şirin ve nezih yer. Salataları ve Cuma günü gittiyseniz balıkları çok güzel. Karnım acıktı daha fazla devam edemeyeceğim, Pisa ve muhteşem Gogol Bordello konserini anlatmadan önce kısa bir mola. Umarım daha sık kablosuz internet bulurum ve daha sık bloguma güncel tatil bilgilerini aktarırım.


Read more...

Cumartesi, Temmuz 24, 2010

Uçan Hollandalı

Gittiğimiz her yerde yüzlerce Hollandalıya rastlıyoruz. Zaten kamp yapmayı seven insanlar, biz de hep kampta kaldığımız için her taraftan Hollandaca işitiyoruz ve hemen kulak kabartıyoruz. Daha evvel bahsettim mi bilmiyorum ama Hollandalıların bizim deyişimizle cimri olduğu söylenir, ben tutumlu ya da eli sıkı olarak söylemek istiyorum. Çünkü bu adamlar 50 kuruşun hesabını yaparlar ama her sene binlerce Euro’yu yeni yerler gezmeye, kültürler tanımaya harcarlar. Benim yaşıma gelmiş ortalama bir Hollandalı bütün kıtaları görmüş oluyor. Nerede duyduğumu hatırlamıyorum ama söylendiğine göre dünya üzerinde her hangi bir yerde bir uçak kazası olduğunda, uçakta mutlaka Hollandalı oluyormuş.

Read more...

Cuma, Temmuz 23, 2010

Tatildeyiz - 1

Bu sene yaz tatilimiz Düseldorf’tan başladı. Tatil için her zaman olduğu gibi 5 dakikalık zamanı bile kullanmak istediğimizden, işten çıkar çıkmaz soluğu tren istasyonunda aldık. Duseldorf'a bir takım aksilikler yüzünden ancak gece yarısı varabildik, otelimize yerleşip geceyi dinlenerek geçirdik. Ertesi gün Düseldorf'u keşfe çıktık. Ancak kendimizi sanki Türkiye’deymişiz gibi hissettik, herşey her yer tanıdık burada. Sabah kahvaltısını çay, beyaz peynir, simit eşliğinde yaptık. Daha sonra akşam yemeği için yine buraya mantı ve baklava yemeye gelecektik. Düseldorf şirin bir avrupa kenti, böyle şehirlerde gezmeye bayılıyorum, canlı sokaklar, esnaf dükkanları, yiyecekler, içecekler, nehir kenarında oturma, etrafı seyretme, heykeller, binalar vs, kısacası insanı gezerken dinlendiren objeler. Duseldorfun tarihi biracısında (Uerige) oturup birşeyler yiyip içtik, kendimi Taksim de çiçek pasajında hisettim. Buranın meşhur dondurmacısı “Pia Eis” te dondurma yedik, bu sıcakta çok güzel geldi. Zaten dondurmacının önünde uzun kuyruklar oluşuyor, ve dondurmayı yerken nedenini anlıyorsunuz. Her zaman yaptığımız gibi şehir pazarına gittik, güzel yaz meyvalarından aldık. Düseldorfta kuleye çıktık ve tüm şehri buradan izledik (3.5 Euro).  Çok güzel fotoğraflar çektik. 
Ben 55-700 lük lensimi deneme fırsatı buldum burada. Akşam üzeri hafif bir yağmu yağdı ve bizleri azıcık serinletti, yağmurda yürüdük romantik romantik. Ertesi gün Pisa’ ya uçacak olduğumuz için otelimize gittik. Sabah Ryan Air ile Düzeldorf Weeze havaalanından Pisa’ ya uçacaktık. Ryan Air havayollaı bir garip, özellikle el bagajı konusunda çok sıkı olduklarını söylemem gerekiyor. 10 kilo ve bagaj boyutu konusunda gerçekten tek tek kontrol ediyorlar, elinizde ayrıca pasaport çantası veya ceketinizi tutuyrsanız bunu bagaj olarak kabul edebiliyorlar, sadece 1 el bagajı olacak konusunda epey ısrarcılar. Yakaladıklarını da affetmiyorlar, ucuz etin yahnisi. Biz bu sene de kamp yapmayı düşündüğümüz için çadırımızı da yanımızda almıştık, çadırı el bagajı yapacaktık, ağırlığı 3 kilo ama boyutarı biraz istenen ölçüleri aşıyordu, riske atmadık ve Check-In bagajı olarak verdik sırt çantamızla beraber. Genel olarak havayolundan memnun kaldım, zamanında kalktı bir sorun da yaşamadık. Bagaj dahil 2 kişi Düseldorf-Pisa arası 100 euro verdik (bagaj için 15 kiloya kadar 20 euro alıyorlar).
Bu yaz tatilimizde değişiklik olarak netbook umuzu da yanımızda taşıdık, o nedenle aslında blogumu bir miktar gerçek zamanlı güncellemeye çalışıyorum, geçen sene yaptığıız en güzel tatillerden biri olan Korsika da keşke bunu yapmış olsaydık diye içimden geçirdim, hala daha orası ile ilgili yazımı yayınlayamadığım için üzülüyorum, çünkü herkese, doğayı seven herkese tavsiye edebileceim bir yer. Neyse bu yazımda sadece Düseldorf gezimiz ve biraz fotoğraf, sonra bir aksilik olmazsa diğer ziyaretlerimizi eş zamanlı yazmaya çalışacağım. Şu an bu satırları Cinque Terre’ de kaldığımız kamptan yazıyorum.

Read more...

Salı, Temmuz 06, 2010

Akdenizin Gelini

Yaklaşık 2 yıl kadar önce Gökhan Karabolat aklıma sokmuştu aslında. Geçen sene yaz tatilindeyken üzerinde düşünme fırsatım olmuştu. Yıllarca beraber aynı yerde çalışmış, sonra başka yerlere dağılmış ama iletişimi hiç kaybetmemiş "dostların" tekrar bir araya gelmesi için bir organizasyon yapmalıydık! Bu maksatla ön çalışma için 18 Şubat tarihinde aşağıdaki maili 11 kişilik grubumuza gönderdim;

Çok uzak ve de çok yakın olmayan bir zamanda, dünyanın herhangi bir yerinde (Hiçbirimizin şu an yaşamadığı), herhangi bir mevsiminde, Cuma-Cumartesi-Pazar-Pazartesi ni içine alacak şekilde, (3-4 gün), eşsiz olarak, bir buluşma yapmaya nedersiniz? Ben böyle bir organizasyonu yapmaya gönüllü olurum valla sizler eğer "Evet" cevabını verirseniz. Ben şimdiden "Hayır" diyebilecekleri sezinlediğimden, aman diyeyim öyle bahane uydurmaya çalışmayın, üzersiniz beni. Hayat kısa, bir daha ne zaman böyle bir organizasyonu yapariz leyn!!

Cevaplarınızı bekliyorum,
Hepinizi özledim . . .
1 hafta içerisinde herkesten "Evet" cevabını ve çeşitli öneriler aldıktan sonra, Excel' de bir form hazırladım ve tatil yeri / zamanı için 3 öneride bulunmalarını rica ettim (Yer/Zaman Onerileri). Cevaplar sadece bana gönderilecekti ve ben gerekli düzenlemeleri yapacaktım. İşi biraz da eğlenceli hale getirmek için bir de yarışma gibi bir şey yapmaya karar verdim ve herkese aşağıdaki 3 soruyu sordum. Kazanan kişi buluşacağımız ilk Cumartesi günü akşam yemeğine para vermeyecekti. Organizasyonu yaparken acayip eğleniyordum, itiraf etmeliyim.

Bu sene hangi takım şampiyon olur, kaç puan alır. (Takımı bilmek 10, Puanı bilmek 90. Gerçekleşen puandan uzaklık 90 puandan düşülür.
Örnek : Cevap FB / 75 puan : Gerçek FB / 80 puan : Alınan Puan 10 + 90 - 5 = 95 puan

Buluştuğumuz Cumartesi gündüz yerel hava sıcaklığı kaç derece olacak?
Örnek : Cevap 40 Derece, Gerçek (weather.com öğle verisi) 30 derece,  En yakın cevap 100 puan sonrakiler -10 ar puan.

Katılımcıların toplam harcayacağı uçak parası Euro cinsinden ne kadar olacak? Buluştuğumuz Cumartesi günü merkez bankası kurları uygulanacak.
Örnek : Cevap 4000 Euro, Gerçek 3000 Euro, En yakın cevap 100 puan sonrakiler -10 ar puan.

7 Mart tarihinde herkes yer / zaman önerilerini ve yarışma sorularının cevaplarını göndermişti. Hemen önerilen yerleri sıraladım. Toplam 23 farklı yer önerisinde bulunulmuştu. Herkese bu listeyi gönderdim ve her bir yer için 0 ile 5 arasında puanlama yapmalarını istedim. Herkes oylarını verdi ve 20 Mart tarihinde oylama sonucu olarak Dubrovnik (Hırvatistan) ezici bir çoğunlukla belirlenmişti (Oylama Sonuçları). 

Organizasyonun en zor aşaması olan tarih belirleme safhası beni biraz endişelendiriyordu açıkçası. Önce yer oylaması gibi benzer bir süreçten geçmek niyetindeydim, ancak zaman belirleme işini oylamaya bırakırsak, bir sonuç alamayacağımıza neredeyse emindim. O nedenle herkesten "Kesinlikle Gelemeyecekleri" tarihleri bana göndermelerini rica ettim. Kimseye uymayan tarihleri çıkartınca geriye bir tek 19 Haziran tarihin kalmıştı. Bu tarihi herkesin önerisine sundum (31 Mart). Uzun mailleşmelerimiz, belirlenen tarihi bir hafta ileri bir hafta geri kaydırma çabalarımız vs sonucunda 19 Haziran tarihini netleştirdik ve uçak, kalacak yer, vs araştırmalarına başladık.

Nisan ayı daha çok uçak rezervasyonları peşinde koşturmakla geçti. Katılımcıların İstanbul, Ankara, Berlin, Amsterdam, Utrecht ve Kandahar gibi çok farklı yerlerden gelecek olmaları ve Dubrovnık' in turistik bir yer olmasına karşın ulaşım olarak pek fazla alternatifli bir yer olmaması bizleri bayağı zorladı. Ama sonuçta ben ve Önder'in Hollanda' dan önce Almanya Köln oradan da uçakla Hırvatistan Split kentine gitmek orada araba kiralayıp Dubrovnike yol almak gibi bir planlaması oldu. Benzer şekilde Ediz, Gökhan ve Candaş Özdoğu İstanbul' dan Saraybosna' ya uçuş, orada 1 gece koanklayıp, araba kiralayıp Split' e hareketleri ve bizimle buluşmaları, 1 gece Split' te konakladıktan sonra arabayla Dubrovnik' e hareket etmek gibi bir planlama yapıldı. Candaş Bozkurt ise Berlin' den direk Dubrovnike geçecekti. Ve evet tüm bunları gerçekleştirdik, ben yazarken yoruldum siz düşünün yolculuklar sırasında neler yaşadığımızı. 11 kişi başlayan organzasyonumuz 6 kişilik katılımla sonuçlandı ve çok mutlu ayrıldık. Herkesle buluştuğumuzda her birini ne kadar özlediğimi hissettim, uzun sohbetler ettik, eski günleri konuştuk, güldük, eğlendik ve bunu  her sene tekrarlamaya karar verdik. Bakalım seneye nerede ve ne zaman buluşacağız. Ben biraz gezdiğimiz yerlerden bahsedip sizleri güzel fotoğraflarımızla başbaşa bırakayım.

Organizasyon safhası kadar tatilimiz de çok eğlenceliydi. Önderle Amsterdam' dan trene atladık ve Köln' e gittik. Akşam saat 21 civarıydı sanırım, uçağımız sabah 7 de kalkıyordu. Akşam bir "backpakker" hostel da yer ayırtmıştık. Köln de akşam birşeyler atıştırdık, bir caz barda birşeyler içip hostela gittik. Kaldığımız yerin salonunda biraz televizyona bakıp biralarımızı yudumlarken, hostel da kalan gençlerle muhabbet etmeye başladık, çok değişik bir geceydi açıkçası, 19-25 yaş arası bu insanlar ile yaptığımız sohbetleri Türkiye' de bir çok insanla yapamayacağımı bir kez daha anlamış oldum."Ey okur eğer çocuklarınız varsa onları mutlaka bir süreliğine yurt dışına gönderin, en azından bir Interrail yapmalarına fırsat verin." diyerek asıl konuma devam edeyim. Neyse sohbet birbirini kovaladı ve farkettik ki biz daha yastığımıza başımızı koyamadan uçak saati gelmiş. Gençlerle vedalaştık ve Split' e doğru yola çıktık.

Split'e iner inmez arabamızı kiraladık, kalacağımız yere geldik. Adriyatik denizi kıyısında çok güzel bir liman şehri. Hırvatistan'ın 2. büyük şehri olan Split yaklaşık 1700 yıllık bir geçmişe sahip. Sahil şeridi Riva olarak isimlendirilmiş, hemen arkasında ise ortaçağdan kalma ve hala yerleşim alanı olarak da kullanılan Diocletian Sarayı.  Kaldığımız yer de Diocletian'ın bir köşesinde otantik bir taş evdi (5 kişi toplam 144 euro verdik). Ediz, Candaş ve Gökhan ile burada buluştuk ve palasın altını üstüne getirdik. Dünya kupası maçlarını seyrettik. Gece sahilde Beach Club a gittik (Mutlaka gidilmeli). Ben Split'i çok beğendim, herkese de gitmelerini tavsiye ederim. Eğer yolunuz Hırvatistan'a düşerse ne yapıp edin ve en az 1 gününüzü buraya ayrın. Aslında daha fazla zamanımız olsaydı Split'in etrafındaki adalara (Hvar adasını çok övdüler) giderdik ama artık bir daha ki sefere Barış la geldiğimde gideceğiz.

Araba seyahatleri hele de yol boyu sohbet edebileceğin arkadaşlarla isen inanılmaz güzel. Cumartesi günü 3 saatlilk bir araba yolculuğu ardından "Akdeniz'in Gelini" Dubrovnik'e vardık. Uzun uğraşlar sonucunda kalacağımız yeri bulduk. Havuzlu güzel bir villada kaldık, kişi başı günlük 20 euro verdik. Ev güzeldi ama denize uzaktı, altımızda araba olması büyük avantaj oldu. Candaşla da Dubrovnikte buluşup hasret giderdik. Akşam Dubrovnik merkeze gittik, kalenin içine girer girmez bir ihtişamla karşılaşıyorsunuz, uyanıkken rüya görmek gibi. Yemekler yedik, denize gittik, eğlendik, hopladık, zıpladık.  Dubrovnik insanı büyüleyen bir şehir. İnsanları çok cana yakın, denizi çok güzel, tarih, kültür, gece hayatı (gece çıkacaksanız Fuego' ya gidin mutlaka), harika yemekler ("black squid risotto" tadın) ne ararsan var. Tatil için ideal bir mekan, kesinlikle tavsiye ediyorum. Son gün altımızda araba olduğu için Montenegroya (Karadağ) gitmeye karar verdik. 2 saatlik bir yolculuk sonrası Karadağ'a vardık. Hava güzel olmadığı için denize giremedik ama Karadağ da bize güzel geldi, sosyetenin uğrak yeri olmakla beraber ülke olarak Hırvatistan' dan çok daha gerisinde gibi bir yorum yaptım kafamda bilmiyorum ne derece doğru. Ertesi gün çok erkenden yola çıkacağımız için akşam Dubrovnik' e geri döndük.

Perşembe akşamı başlayan organizasyonumuz salı gecesi sonlandı. Geriye hiç unutmayacağımız güzel anılarımız kaldı. Umarım seneye 11 kişi birden buluşuruz. Hatta mümkün olsa da keşke eşlerle buluşmayı başarabilsek. Biraz zor olur belki ama önümüzdeki organizasyonlara bakacağız artık. 

Canım arkadaşlarım, iyi ki varsınız... Seneye görüşmek üzere...



Not : Hırvatistan ve Karadağ Türk vatandaşlarından vize istemiyor. Biz sadece "Eş Vizesi" aldık bekar bekar buluşmak için :)

Read more...