"I should not talk so much about myself if there were anybody else whom I knew as well." - "Eğer bir başkasını daha iyi tanıyor olsaydım, kendimden bahsetmezdim." - Henry David Thoreau

Çarşamba, Aralık 30, 2009

Sapere Aude!

Uzun süredir bir konu hakkında yazmak istiyordum ama bir türlü nasıl başlayacağıma karar verememiştim. Kısmet bugün böyle bir başlangıç yapmakmış.

Çocuklar dünyanın en saf yaratıkları. Aslında inanılmaz bir beyin kapasiteleri var, küçük yaşta ne versen alıyorlar. Zamanla çocuklara verilen bilgilerin kalıcı hale gelme ihtimali de yüksek. Çocuk yaşta insan anlatılan herşeye inanıyor. Çok iyi hatırlıyorum, Çetin abim arada sırada film anlatırdı, ben de onu büyük zevkle dinlerdim. Ama filmleri kendi kafasına göre anlatırdı. Bana sorardı "Bugün ne dinlemek istiyorsun?" diye ben de DVD dükkanından film seçer gibi söylerdim bir film, adını bilmesem bile türünü söylerdim o bana anlatırdı. Bir gün hiç unutmuyorum "Devler Çarpışıyor" isimli bir film anlatmıştı bana. Saatlerce iki devin dağın başına kadar yürüyüp orada birbirlerine toslamaları ve aşağıya düşüp ölmeleri gibi uydurma bir hikaye idi. Ama ben inanırdım bunlara o yaşlarda.

Çocuğun ona verilen bilgiler için herhangi bir filtresi olmuyor, verilen her şeyi anında alıyor. Belli bir zaman sonra birey aldığı eğitim, bulunduğu çevre vs gibi etkilerin yanında kişiliğinin de oturmasıyla bir filtre oluşturuyor ve kafaya girecek bilgiler belli bir sorgu süzgecinden geçiyor. Her bilgi içeriye girmiyor. Ama içerideki yanlış bilgiler (kimine göre doğru) doğrularıyla değişmediği gibi, içeriye kabul edilenler çocuğa küçükken yüklenen programın kabul ettikleriyle sınırlı kalıyor.

Şimdi bilgiyi çeşitli sınıflara ayırabiliriz ama ben burada 3 sınıfa sokacağım. Doğru Bilgi, Yanlış Bilgi, Yanlı Bilgi. Çocukken hiç bir süzgeçten geçmeyen bu 3 tip bilgi ile beynimiz dolduruluyor tamamen tesadüfi olarak. Yani doğduğumuz ülkeden, anne babamıza, bulunduğumuz çevreye, okuduğumuz okullar ve öğretmenlerimize kadar bir çok farklı etken neticesinde düşüncelerimiz şekilleniyor. Zaman içerisinde yanlış bilgilerden kurtulabiliyorsak, yanlı bilgileri doğrularla değiştirebiliyorsak bunları kendimizi geliştirmeye ve açık fikirli olmaya, sorgulama yeteneğimizin başarısına borçlu olabiliriz ancak. Ama birçoğumuz bunu yapamıyor elbette. Özellikle bazı bilgileri sorgulaman yasaklanmış olarak başlıyorsun hayata. Bilginin senin için bir kutsallığı var ve sen de bunu senden sonrakilere aynı metodla taşıyorsun. Herkesin aklına elbette din gelecek ama söylediğim salt din değil, yakın/uzak tarihimiz, örf adetlerimiz , cinsellik, politika vs gibi bir çok birikim var gelecek nesillere taşıdığımız. Anlatmaya çalıştığım şey neden korkuyoruz da sorgulanılması düşünülemeyecek tabuları yaratıp küçük yaştaki çocuklarımızdan birer robot-insan yetiştiriyoruz. Zamanın bir ruhu vardır, bugün için doğru olan yarın da geçerli olacak değildir. Ya da geçmişte bilinen doğrular bugünün büyük yanlışları olabilir, yoksa mesela hala kız çocuklarını gömüyor olurduk. Dünya değişiyor, ve bildiğimiz doğrular da değişiyor. İnsanlar sınırlı bilgilerle yetinmemeli, her düşünce yanlışlanarak daha iyi düşüncelere dönüşebilir. Bizi insan yapan en büyük özelliğimiz düşünmek ise, bunu engelleyici yollara girip insana koyun muamelesi yapılmasının bir nedeni olsa gerek. Düşünsenize, bizler bundan yüzlerce, binlerce yıl önceki insanların bazı yaptıklarına, inançlarına, ırkçılıklarına bakıp eleştiriyor, gülüyoruz ama bundan belki de sadece onlarca yıl sonra gülünüp geçilecek benzer özelliklerimiz var. Hele bazı konularda zaman boyutunu bile kullanmana gerek kalmıyor. Dünyanın herhangi bir ülkesinde eleştirdiğin bir konunun tıpatıp aynısı senin yaşadığın yerde olunca göğüs kabartıcı etki yapabiliyor. Yani kendi aklımızın ve eylemlerimizin değil de dış etkenlerin , tabuların etkisiyle düşüncelerimiz şekilleniyorsa, özgürlük ne kadar yakınımızda düşünmek gerek.

Dünyanın özgür beyinlere ihtiyacı var.
Bu konuya biraz daha devam etme niyetindeyim. Herkese mutlu yıllar.

Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır. Sapare Aude! Aklını kendin kullanmak cesaretini göster! sözü şimdi Aydınlanmanın parolası olmaktadır.
Immanuel Kant

Tabu : Yasaklanarak korunan (nesne, kelime, davranış).
Sapere Aude : Dare to Know "Bilmeye cesaret et (Immanuel Kant, 1784)"
Fotoğraf : Tekin Mentes, Korsika

Read more...

Perşembe, Aralık 24, 2009

Life is . . .

Dünyayı gezen akranlarımın yaşadıklarını okumak hoşuma gidiyor. Bugün Ezberbozan Efe' nin yazısını okudum. Affına sığınarak çok hoşuma giden bir paragrafını aşağıda alıntılamak istiyorum. Bu hayata bir kez geliyoruz, tadını çıkartmak gerek. İmrenilecek bir hayatınız olması için çok paraya ihtiyaç var diye düşünmeyin, her gününüz birbirinin kopyası gibi geçmesin yeter. Hayatın ona verdiğimizden başka bir anlamı yok (Life is what you make of it). Hadi hep beraber Liz ile tanışın şimdi;

. . .
Cameron Highlands’de bir sürü yürüyüş yolu var trekking severler için. Ben sevmem:) ama yeni pabuçları deneyeyim dedim. Orta zorlukta ki 9A – 9B patikasını keşfetmeye karar verdik. Sabah kahvaltıda roti (Hint hamur işi) yemeye indik şehre. Burada Bir başka muhteşem şahıs olan Liz’le tanıştık. Bizim yediğimiz yerde yardım ediyormuş. Oturdu bizim masaya. Konuşmaya başladık. O anlattıkça bizim ağızlar daha da açıldı. Yaş 76, sene 56’da fransızca öğrenmek için çıkmış evden. Bir daha da geri dönmemiş. 2-3 senede bir annemi görmeye gittim dedi. Siz nerdensiniz diye sordu. Ben türküm dedim. Sene 65’de 3 hafta gezmiş. Arkadaşlar İsveçli olduklarını söyleyince İsveçce konuştu biraz. Hatta onların yaşadıkları kentte de yaşamış zamanında. İsveçli ressam bir sevgilisi varmış. Biz sordukça anlattı. Yedi yıl Hindistan’da, on yıl Endonezya’da, onbeş yıl Avustralya’da, beş yıl Ibiza’da, iki sene Japonya’da yaşamış. Bunlar hatırlayabildiklerim. Afrika’yı gördün mü diye sordum. Land Rover’la 13 ülke gezdik zamanında dedi. Arkadaşlardan biri Güney Amerika dedi. Bir buçuk sene de oralarda gezinmiş. Galapagos’a da donanma gemisiyle gitmiş her nasıl becermişse. Uzun lafın kısası, (fotoğrafını da göreceksiniz flickr’da) Liz bize hayatta hiçbirşey yapmamışız gibi hissettirdi. Söyledik bunu da kendisine. Kaç yaşındasın? 30. Daha önünde 46 yıl var, sen de yaparsın dedi. Yeter ki kendini o boktan şehir hayatının içine sokm??? Bu hatun hala günde üç saat kaldığı otelin köpeklerini falan gezdiriyor. Hayran hayran ayrıldık Liz’in yanından, o köpeklerine gitti, biz ormanımıza yollandık.
. . .
Yazının tamamı
Liz

Read more...

Çarşamba, Aralık 02, 2009

2 Ülke, 6 Şehir, 9 Gün

Herşeyi bırakıp dünya turuna çıkan insanlara çok imreniyorum. Blog' umdan sürekli ahkam kesip "hayallerinizin peşinden gidin" demek kolay elbette. Ama yapmak kolay olmuyor işte. Benim de bir "Dünya Turu" hayalim var ama her geçen gün hayalimden uzaklaştığımı düşünüyorum. Internette insanların günlüklerine bakıyorum, hatta "Barış Nerede" sitesini de o yüzden görülesi siteler kısmına eklemiştim.

Uzun süre herşeyi bırakıp gidemesek de, ara ara dünyanın çeşitli yerlerini gezmeye çalışıyoruz yıllardır. Genelde zamansızlıktan buraya koyamadım "Evliya Çelebi"nin maceralarını ama yavaş yavaş tüm gezdiğim yerlerle ilgili resimler, bilgiler, öneriler yayımlanacak. Bu yazı da gezdiğim yerlerden en sonuncusu olan İsveç ve Danimarka' yı anlatıyor zaten.

Öncelikle size nasıl bir tatilci olduğumuzu anlatmamız gerek. Türkiye' deyken başlamıştı bu alışkanlığımız. Tatilde tek bir yere gitmiyoruz hiç bir zaman. Sırtımıza çantalarımızı alıyoruz, bir rotamız oluyor (bazen olmuyor bile), her gün zıplaya zıplaya gezebildiğimiz kadar yeri gezip, tatilimizi öyle noktalıyoruz. Danimarka gezimiz de bu şekilde geçti. Kopenhag' tan başladık, sırasıyla Roskilde, Arhus, Danimarka' nın en kuzey ucu olan Skagen, feribotla Göteborg, oradan aşağıya Malmö ve tekrar Kopenhag.

30 Ekim' de yola çıktık ama biletlerimizi aylar öncesinden almıştık. Planlamayı önceden yapınca çok ucuza uçak bileti bulabiliyoruz. Biz de iki kişi Amsterdam-Kopenhag gidiş-dönüş 130 Euro ya Norveç Havayollarından biletlerimizi aldık. Haftalar öncesinden de kütüphaneden İsveç ve Danimarka ile ilgili kitaplarımızı alıp (Lonely Planet kitapları şiddetle tavsiye olunur ) dersimize çalıştık. Daha doğrusu Barış dersimize çok çalıştı ve beni de hazırladı.

İskandinav ülkelerini çok merak ediyordum, bu nedenle bu seyahat benim için çok önemliydi. Bu soğuk ülkelerin sıcak insanlarını tanımak, tarihlerini öğrenmek, yemeklerini tatmak beni birkaç yaş gençleştirdi. Kopenhag' a vardığımızda neredeyse gece yarısı olmuştu, daha önceden hiç bir otel rezervasyonu yaptırmamıştık (Çoğu kez macera oluyor plansız hareket etmemiz), hemen bir otel bulduk. Bir uyarı, iskandinav ülkelerinde her türlü rezervasyonu internet üzerinden yaparsanız çok daha ucuza geliyor. Bu söylediğim feribot için de geçerli, otel için de. Biz sonradan keşfettik ve her gittiğimiz yerde önce internet bulup ayarlamalarımızı yaptık, böylesi çok daha avantajlı.

Kopenhag da 2 gün kaldık, bisiklet kiraladık ki kesinlikle yapılması gereken bir şey (Günlük 85 kron). Şehri en güzel bisikletle gezebilirsiniz. Tekne gezisi yaptık (adam başı 60 kron), bu da tavsiye olunur, zira meşhur deniz kızı heykeline en kolay tekne ile gidebiliyorsunuz. Ben çok büyük bir heykel bekliyordum ama bayağı küçük olduğunu buradan belirteyim. Bir sabah havuza gittik, ilginç bir deneyimdi. Olmazsa olmaz Christiania' ya gittik. Detaylı bilgiyi buradan bulabilirsiniz. Kısaca Christiania, Kopenhag sınırları içerisinde bir nevi özerk bölge, "Özgür Kasaba" diye geçiyor, bayrakları bile var. Komün hayatı yaşanıyor, yaklaşık 1000 kişilik bir hippi köyü, belediye hiç birşeye karışmıyor, vergi vermiyorlar, hafif uyuşturucu satışı serbest, duvarları yazılı, harabe gibi bir yer, insanları mutlu. İlginç bir yer ama benim çok da hoşuma gittiğini söyleyemem, ancak mutlaka görülmesi gereken bir yer. Ertesi sabah çok güzel bir yerde Açık Büfe kahvaltı yaptık, kopenhaga giderseniz mutlaka burada kahvaltı yapın; Cafe Alma (Gunlogsgade, 5-7, rezervasyon gerekebilir 32543204, brunch adambaşı 150 kron). Akşam sokaklarda gezdik, bir meydan da açık fotoğraf sergisi vardı, dünyanın 100 ayrı yerinden manzara fotoğrafları, görülecek ne çok yer var. Sonra kaybolduk, üşüdük, ama mutlu mesut otelimize varmasını bildik.

Kopenhag' dan trenle Roskilde' ye geçtik. Benim en sevdiğim yerlerden biriydi burası. Sessiz bir yer, sonbaharı gerçek anlamda burada gördük. Muazzam bir kilisesi var (12. Yüzyıl), mutlaka görülmesi gerekir. Unesco dünya mirası listesindeymiş. Bu kadar ufak bir yerde bu kadar görkemli bir kilise beni şaşırtmıştı ki kralları zamanında burada yaşamış, zaten içeride Danimarka' nın 37 kral ve kraliçesinin tabutu vardı.

Roskilde güzel bir sahil kasabası, limanda bir sürü güzel tekneler, botlar, yelkenliler var. Pazar günü herkes deniz gezmesi yapmış, teknelerini limanda karaya çekip arabalarına bağlayıp evlerinin yollarını tutan insanlar gördük. Gezdiğimiz yerlerde müzeye gitmeye bayılıyorum, bulunduğun yeri tanımanın en güzel yollarından biri. Roskilde' de Viking Müzesi var, kesinlikle görülmeli (80 kron). Vikingler ile ilgili tüm bilgilerimizi tazeledik. Hayran kaldım yaşam tarzlarına, bir döneme damgasını vurmuşlar resmen. 1960 larda 5 adet Viking Gemisi bulunmuş, müze bu konsept üzerine oluşturulmuş. Gemi enkazı ve Viking tarihi üzerine bir ton bilgi. Viking korsan demekmiş, ama korsanlık yapan çok az Viking kabilesi varmış. İstanbul' a kadar gelmişler gemileriyle.

Roskilde' den Arhus' a geçtik (trenle 3,5 saat). Arhus Danimarka' nın 2. büyük şehri. Üniversiteler ve Öğrenciler kenti. Bana Kopenhag' tan daha sevimli geldi. Arhus' ta çok güzel bir lokantada (Klassisk 65 Bistro & Vinbar) harika bir yemek yedik, çok güzel şarapları da var, tavsiye olunur. Özellikle kendi yapımları olan somon' u mutlaka deneyin. Lokanta biraz tuzlu ve kredi kartı geçmiyor bilgisini hemen vereyim ardından da Lonely Planetteki şu söz ile cümlemi bağlayayım; "Eğer iskandinav, İngiliz ya da Japon değilseniz Danimarka size biraz pahalı gelecektir." Neyse, Arhus' ta yılın ilk karını gördük, üşüdük ama kar aslında içimizi ısıttı. Öyle bir sevinç kapladı işte. Çocuk gibiyiz n'apalım. Oradan kadın müzesine gittik (40 kron), Danimarka kadınlarının mücadelesi anlatılıyor. Danimarka kadınları 1915 yılında seçme seçilme hakkını kazanmışlar. Kadınlar bu hakkı talep etmişler, kazanmak için örgütlenmişler, yürümüşler, gösteri yapmışlar. Türkiye'nin 74 yıl önce parlementodaki kadın temsil oranıyla Dünya ikincisi iken, şimdi sonlarda olmasının altında kadınlarımıza bu hakkın hediye edilmiş olması yatıyor olabilir.

Arhus' tan trenle Aalborg' a geçtik, orada bir kahve molası verip Frederikshavn' a, oradan da trenle Danimarka' nın en kuzay ucu Skagen' a vardık. Hava buz gibiydi. Skagen bir sahil kasabası, balıkçılığın yanında ressamlarıyla ünlü. Buraya yolunuz düşerse mutlaka ama mutlaka Skagen Müzesini gezin. Burada bir zamanlar yaşamış olan muhteşem ressamlarla tanışın, hayat hikayelerini okuyun, resimlere bakın. Çok ama çok hoşuma gitti. Tüm gezimiz boyunca en çok beğendiğim müze burası oldu diyebilirim. 1850' den başlayarak ışığı, gökyüzü, deniz ve balıkçılarıyla bir çok artisti kendine çekmiş Skagen. Skagen ekolü bile oluşmuş (Her türlü hava koşuluna rağmen açık havada resim yapmak). Müzeden sonra postaneye gittik, annelerimize kart attık, ben bir de canım arkadaşım Candaş' ın doğumgününü kutlamak için bir kart attım.

Skagen' den Frederikshavn' a döndük, yemek molasının ardından feribotla Goteborg' a geçtik. Feribot seyahatimiz de çok güzeldi, daha evvel Korsika' da feribot kullanmıştık, içeride kumarhaneden, lokantaya herşey var. 3,5 saatlik yolculuğun ardından İsveç'e vardık. Göteborg çok güzel bir şehir, İsveç' in 2. büyük şehri. 2 gün kaldık burada. Müze gezecek vaktimiz olmadı, şehrin sokaklarına, cafelerine, pastanelerine verdik kendimizi. Çok güzeldi çok, İsveç' i çok sevdim. Feskekorka' da mutlaka balık yemelisiniz. İnsanları, ekonomisi, sokakları, eğitim sistemi, binaları herşeyi çok güzel. İsveç 100 yıldan fazladır barışçıl, 2. dünya savaşına katılmadığı gibi NATO' ya da girmemiş!

Göteborg' tan trenle Malmö' ye geçtik. Burada yaşayan arkadaşlarımız İnan ve Ayşe ile akşam yemeğe çıktık, 2 expat çift olarak bol bol sohbet ettik. Ondan, bundan, senden, benden, favori konularımızdan konuştuk. Harika bir akşamdı. Ertesi gün Malmö kalesi, Doğa Tarihi ve Sanat Tarihi müzelerini zaman darlığı sebebiyle hızlıca gezdik. Ardından Malmö' yü Kopenhag' a bağlayan meşhur köprüden (Oresund) geçerek Kopenhag Kastrup havaalanına ve sonra Amsterdam' a evimize döndük.

Gezi fotoğraflarımıza aşağıdaki linklerden ulaşabilirsiniz. Sitedeki menüye de yavaş yavaş fotoğraf albümlerini yüklüyorum. Dünya köşesi yapacağım, ülke ülke fotoğraflar olacak umuyorum. Bakalım zaman bizlere daha neler gösterecek.

Danimarka
İsveç

Aşağıda da Amerika ve İsveç' i karşılaştıran 2 bölümlük kısa ama çok güzel bir komedi programı var, bir hayli komik ama arada ironileri yakalayabilirseniz çok güzel. Kendimize pay çıkartacağımız bir çok yer var. Seyretmeye çalışın, özellikle Pop Star Evi ve Baconnaise kısımları çok hoşuma gitti.

The Stockholm Syndrome Part I
The Stockholm Syndrome Part II

Not : Barış gezimiz sırasında çok güzel notlar tuttu. Burada onun günlüğünden epey bir faydalandım. Bir dahaki gezilerimizi online yayınlamayı hedefliyoruz, bu amaçla taşıması kolay bir netbook bile edindik.


Read more...