"I should not talk so much about myself if there were anybody else whom I knew as well." - "Eğer bir başkasını daha iyi tanıyor olsaydım, kendimden bahsetmezdim." - Henry David Thoreau

Çarşamba, Ekim 27, 2010

Sapere Aude II


Gerçekleri görmeni engellemek için gözlerinin önüne çekilen bir dünya bu.
Ne gerçeği?
Bir köle olduğun gerçeği Neo.
Sen de herkes gibi bir köle olarak doğdun.
Dokunamadığın, tadamadığın ya da koklayamadığın bir hapishanedesin.
Aklının içi bir hapishane.

It is the world that has been pulled over your eyes. to blind you from the truth.
What truth? That you are a slave. Like everyone else, you were born into bondage...
born into a prison that you cannot smell or taste or touch.
A prison for your mind.

Yazıma The Matrix filmindeki Morpheus' un Neo' ya Matris' in ne olduğunu tanımladığı diyalog ile başladım. ama fılmden bahsetmeyeceğim elbette. Hatırlarsanız Sapere Aude! yazımda aklımızın başkalarının kılavuzluğu başvurmaksızın kullanılmasının önemine bir giriş yapmıştım. Bu yazımda konuya biraz daha özel bir açıdan bakmaya çalışacağım.

Evet, gerçekten de bir matris in içerisinde yaşıyoruz bir açıdan baktığımızda. Her şey programlanmış ve bizlere bu programlar doğumumuzdan itibaren yükleniyor. Tabi mecazi konuşuyorum. Ama neredeyse birer robot gibiyiz bu dünyada kendimizi insan sanan. Neden böyle düşündüğümü biraz anlatmaya çalışayım, ama daha derinlere inmeden önce önemli bir uyarı da bulunmak istiyorum, vereceğim örneklerin ya da anlatacağım olayların iyi ya da kötü olarak algılanmasını istemiyorum. Yani burada eleştirir gibi verdiğim örnekler kimileri için iyi kimileri için kötü olarak yorumlanabilir. Bu sadece sizlerin olaya nasıl baktığı ile ilgili.

Şimdi neden böyle programlanmış bir hayat yaşadığımızı biraz açıklamaya çalışayım. Elbette hayatımın büyük bölümü Türkiye' de geçtiği için örneklerim Türkiye' den olacak ama hemen hemen dünya üzerinde her yerde benzer örnekler var. Nasıl bir programlamaya maruz kalacağımız doğmadan önce belirleniyor tamamen tesadüfi olarak. Doğduğun ülke, yaşadığın çevre, aile, tüm bunlar sana yüklenen programı yeri geldiğinde yamalarla düzenliyor ve sen de sonraki kuşaklara programın bir üst ve daha iyi versiyonunun yüklenmesine yardımcı oluyorsun. Bilişim sistemleri ile uğraşan birinden beklenen cümlelerle konuyu batırmak niyetinde değilim merak etmeyin.

Düşünün şimdi dünya üzerinde belki de yüzlerce din var. Büyük çoğunluğumuz doğduğumuz ülkeye göre otomatikman bir dine mensup olarak başlıyoruz hayata. Sonra yatıp kalkıp dua ediyorsun iyi ki annem babam  bu dine inanıyorlar diye. Neden, çünkü bizim dinimiz en son ve en doğru din. Bir başkası bambaşka bir ülkede doğuyor ve ona yüklenen program da din alanında ki değer sözgelimi Yahudi oluyor, o da ömrü boyunca yatıp kalkım dua ediyor iyi ki böyle olmuşum diye, ve herkes kendinden farklı olan için bir miktar üzülüyor doğruyu göremedikleri için, bunu dünya üzerindeki her dine uygulayabilirsiniz. Yani aslında dünyanın tamamı halinden memnun, herkes öldükten sonra ona bahşedilen yere gidecek, ya da dini ne diyorsa onu görecek öbür tarafta. Ne güzel.

Bir de şöyle söylemler oluyor; "Herkes doğruyu arayıp bulmakla yükümlüdür, hiç bir şekilde kimse zorla kimseye dayatma yapamaz, araştırılırsa en doğrusunun bu olduğu görülecektir, herkes çocuğuna, ailesine, kendinden olmayana dinini öğretmekle mesuldür vs vs vs", ama hepsi aynı kapıya çıkmıyor mu? Her yer de hemen hemen böyle olmuyor mu? Üstelik kim neyi niye araştırsın ki herşey hazır olarak bize verilmiş nasılsa. 5-12 yaş arasında bir çocuğa sen bu programı verirsen, nasıl bir araştırma, sorgulama beklersin ki. Eğer inandığımız şeyler gerçekten doğruysa, bunu bir seviyeye geldikten sonra insan zaten farkedecek ve tercihini yapacaktır. Yeter ki beyinleri küçüklükten itibaren köreltmeyelim. Yani inanmadan önce bilmek gerekliliğinin altını çizmek gerekiyor.

"Emanuel Kant, kişinin kendi kaderini kendinin belirlemesini özgürlük olarak tanımlamıştır, ve kişinin özgür olup, diğer herkesin de en az kendi kadar özgür olmasını istemesini, toplumda eşitliğin sağlanması olarak görür. Birbirimizle olan ilişkilerimiz ve kendi aklımızla hükmettiğimiz hayatımız bize özgürlüğü getirecektir, oysa ki dünya aydınlanma yaşamamış, kendi aklımızın ve eylemlerimizin değil dış etkenlerin hayatımızı belirlediği bir esaret altındadır."

Ateistleri ya da Agnostikleri atladığımı düşünebilirsiniz. Onlar şans eseri (ya da şansızlık nasıl baktığınıza göre değişir) programlanamayan insanlar. Bu grup bana daha samimi geliyor çünkü seçimlerini belli sorgulamalar neticesinde kendi başlarına yaptıkları için. Diyebilirsiniz ki herkes her yaşta programlanabilir, bu grubun pek farkı yok. Bence var, sorgulayarak belli neticeler elde edilebilir. Ne yapacağız yani bu yaştan sonra din mi değiştireceğiz ateist mi olacağız demeyin, sadece sizden sonraki nesillere tercih şansı tanıyın.

Din programlaması insan hayatında büyük öneme sahip ama tek başına yeterli değil. Bunun yanında politika, milliyetçilik, tarih programlamaları da yapılması gerekiyor. Bu sebeple gençliğimiz masallara ayrılmış. Dediğim gibi dünyanın büyük bir bölümü tahminimce bu şekilde besleniyordur. Ben ilkokulda okurken dünyanın %99 unun müslüman olduğunu ve Türkiye' nin dünyanın en güçlü ülkesi olduğunu düşünüyordum , eminim sizlerin de benzer tecrübeleri olmuştur. Düşünsenize bize anlatılanlardan sonra kim başka bir dini ister ki. Ancak beyinleri yıkanmışsa küçük yaşta bizim gördüklerimizi göremezler! Masallarla büyüdük dedim, nedir bu masallar? Türkiye'nin stratejik açıdan dünyanın en bi önemli yerinde bulunuyor olması, iç ve dış düşmanlarımızın çokluğu, kendi kendine yetebilen 7 ülkeden biri olmamız (diğer altısı?), ve buna benzer bilgilerin ışığında oluşurduğumuz durum. Türkün Türkten başka dostu yoktur, bir Türk dünyaya bedel vs gibi bir çok yanıltıcı, insan değil milliyet kavramlarını övücü sözlerle yoğrulup belli bir seviyeye getiriliyoruz. Hala daha "1. Dünya Savaşı'nda Almanlar yenilince biz de yenik sayıldık" diye düşünen arkadaşlarım var benim. 1. Dünya Savaşı'na giriş nedenimizi hatırlıyor musunuz peki! Yani ne savaşa girişimizde bizim bir suçumuz ne de savaşın neticesinde bizim yenilgimiz sözkonusu. Yakın tarihimizi böyle bilirsek, Osmanlı için ne düşüneceğiz ki!  Yakın tarihine bu kadar uzak olmak insanı üzüyor. Herkesin geçmişini bilip dersler alması çok ama çok önemli olmakla beraber eğer yanlı bir tarih öğreneceksek nasıl ders çıkarırız yaptığımız hatalardan! Aşağıdaki anlamlı alıntı benim belki de en sevdiğim köşe yazarı olan Yıldırım Türker' in Bertrand Russell ile ilgili bir yazısının sonuç kısmından, yazının tamamı için buraya tıklayın.

“Okullarda çocuklara okutulan tarih kitaplarının o ülkenin tarihçileri tarafından değil, başka bir ülkenin (hatta düşman ülkenin) tarihçileri tarafından yazılmışlardan okutulması önerisi dinleyenin kulağını sızlatabilir, ama ‘tarih’ işte o zaman yıllar süren ve hep ‘bizim’ kazandığımız kanlı bir savaş (masal) olmaktan çıkar... İşte o zaman bize karşı pencereden bakan komşunun ‘öcü’ olmadığını, onun da bizim gibi aşamalardan (okullardan) geçip tam da devletinin istediği gibi bir koyun (pardon özür diliyorum.. tamamen ‘vatandaş’ demek istemiştim oysa) olduğunu ve tarihte kazanan büyük hükümdarın ‘savaşlarda galip gelen değil’ aksine halkına ‘en uzun barışı’ yaşatan küçük insanlardan olduğunu öğrenirdik.. ve lâkin mürekkeple değil kanla yazılıyor tarih dünyanın bütün devletlerinde.”

Read more...