"I should not talk so much about myself if there were anybody else whom I knew as well." - "Eğer bir başkasını daha iyi tanıyor olsaydım, kendimden bahsetmezdim." - Henry David Thoreau

Cumartesi, Şubat 27, 2010

Mr. Brown

Genelde yurt dışında çalışmak/yaşamak ile ilgili iki farklı tepkiyle karşılaşıyorum Türkiye' deki tanıdıklarımdan. Tam olarak olmasa da aşağı yukarı şöyle;
  • Ne vardı da bırakıp gittin güzelim ülkeni, işini, çevreni?
  • İyiki gittin, buralar iyice kötüleşiyor.
Türkiye dışında yaşayan, çalışan tanıdıklarımdan da benzer şekilde aşağıdaki gibi yorumlar alıyorum;
  • Hiç iyi etmedik Türkiye' yi bırakıp gelmekle, en yakın fırsatta döneceğiz
  • Çok iyi bir karar vermişiz gelmekle, şimdi herşey çok farklı
Yani anlayacağınız, her konuda olduğu gibi kişiye göre olayların yorumu değişik olmakta. Yaklaşık 3 yıldır Hollanda' da yaşıyorum, 6 ay İngiltere' de yaşadım. Sanıyorum yurtdışında yaşamak ve çalışmak ile ilgili yorum yapabilecek, bilgi verebilecek kadar tecrübeye sahibim. O nedenle yurtdışında yaşamanın avantaj ve dezavantajlarını görüp karar vermek isteyen kişilere faydalı olmak adına, tamamen kendi yorumlarımla süslü  olarak bilgiler vermek için yeni bir başlık açıyorum. "Expat Olmak" etiketiyle bu konuyu takip edebilirsiniz. En sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim, ben "iyiki gelmişiz" diyenlerdenim, ama Türkiye' de yaşamanın da bir çok avantajını görüyorum o nedenle olabildiğince iki tarafın da iyi ve kötü yönlerini kendimce göstermeye gayret edeceğim. İlk konumuz Mr. Brown gibi çok basit ama bence çok önemli bir konu!

ODTÜ' de "Bilgisayar Koordinatörü" olarak çalışırken karşılaşmadım ama ardından "Yazılım Mühendisi" olarak görev yaptığım sırada kapıdakı görevli "Günaydın Tekin Bey" deyiverdi. Daha önce hiç kimseden bey lafını duymadığım için çok garibime gitmişti, hele de bu lafı söyleyen kişi yaşça benden bir hayli büyük olunca bayağı bir afallamıştım. Ben ise iş hayatım boyunca müdürlerime hep "Bey" diye hitap eder olmuştum ve bunda hiç bir yanlışlık görmüyordum, ne de olsa benden rütbelilerdi! Yaşın önemi yok herşey kademe meselesi. Ahmet Bey, Mehmet Bey, Ayşe Hanım böyle sürüp gitti ta ki 2002 yılının Eylül ayında İngiltere de çalışmaya başlayana kadar. İlk gün kabus gibiydi, insanlara nasıl hitap edeceğimi bilemeden "Good Morning Mr. Brown" deyip duruyordum. Herkes gülüyordu bu Orta 1 ingilizce kitabından çıkmış cümleyi duyunca. 2-3 ayımı aldı insanlara isimleriyle hitap etmeye başlamam. Çok garip geliyordu ama öyle işte herkese istisnasız herkese adıyla hitap ediyordum. Bu inanılmaz önemli bir davranış. Saygıyı senin pozisyonun belirlememeli, yaptığın iş sana saygı duyulmasını sağlamalı. Ve bu saygı hitap şekli ile değil seni dinleyerek gösterilmeli.  Bu yüzdendir sanıyorum yurtdışında "yatay"  kariyer yapabilme olanağın varken Türkiye' de kariyer "dikey" olarak ilerlemekte genelde. Mezun olursun 2 yıl çalışırsın, özel odan, telefonun masan olur, sonra müdür sonra direktör olursun gitgide sana "Bey" diye hitap eden, yanında el pençe divan duran insanlar artar ve bu böyle sürer gider, sen de gitgide kendini üstün hissetmeye devam edersin. Burada ise ben kendimi diğer insanlardan, müdürlerden, direktörlerden farklı hissetmiyorum, onlarla konuşurken yanlış birşey dermiyim, saygısızlık eder miyim diye düşünmüyorum. Tamamen kendim gibi davranıyorum. Bu güzel bir şey değil mi? Burada başbakanın senden daha farklı biri olmadığını bilmek, insan olduğunu, senin gibi tuvalete gittiğini, uyuduğunu, ağladığını bilmek, hissetmek hoş değil mi? Size komik geliyor olabilir ama ben biliyorum ki bir çok insan bir çok lidere/yöneticiye/sanatçıya insan üstü gözle bakmakta. Elbette şimdi batı/doğu kültürü vs gibi bir çok detayı altında barındıran bir farklılık ama bence önemli. Türkiye' deki bir çok yöneticinin kendilerini diktatör sanmasına sebep olan bir farklılık. İnsanların okul, iş, özel hayatlarını etkileyen bir farklılık. Tabi çocukluktan beri asker gibi yetiştirildiğimiz için, "Saygı" konusu bizler için insanlara kazanılmadan gösterilmesi şart koşulan bir olgu durumuna geliyor. Kurtulmak da bir o kadar zor.

Bir sonraki yazıma kadar hoşçakalın benim saygıdeğer okurlarım.

Read more...

Çarşamba, Şubat 17, 2010

Kısa Kısa

Tembel Tekin! Bu aralar çok yoğunum. Bir türlü yazı yazmaya fırsat bulamıyorum. Ama kendi kendime söz verdim, daha çok yazacağım. Aslında yazmak istediğim konulara bir başlangıç yapıyorum ama bir türlü yayımlayacak olgunluğa getirme azmini gösteremiyorum. Bir ara gaza gelip takır tukur 4-5 yazı yayımlayacağım sonunda. Neyse, Barış bugün tırmanışa gitti. Bilmeyenler için, her ne kadar bu sıfatı kendisine yakıştıramasa da, kendisi profesyonel "Kaya Tırmanışçısı"dır. Hatta derecesi bile var, İstanbul müsabakalarında 2. olmuştu. Tamam katılımcı sayısı 3 tü, ama derece derecedir. Burada her yer düz elbette nerede buldu kayayı da tırmanıyor diye düşünüyorsanız, çok güzel yapay tırmanış duvarları var. Benim çok hoşuma gidiyor kaya tırmanışıyla ilgilenmesi, O' nu başka hiç bir yerde bu kadar mutluyken görmüyorum. Bana futbol oynadığım günleri hatırlatıyor hep, hayatta herşeyi unutabildiğim belki de tek yerdi yeşil sahalar. Neyse işte ben de onun yokluğunda bir güzel çay demledim kendime, oturdum bilgisayarın başına, öyle kafama esen bir iki şeyi yazma niyetiyle, ama kısa kısa.
  • Aralık ayında başlayan kar yağışı ve soğuk, Şubat ayı ortası oldu hala devam ediyor. Yerden kar eksik olmadı son 2 aydır. Yetti artık diyorum, baharı özledim.
  • Geçtiğimiz Pazar benim çok sevdiğim bir iş arkadaşımın doğum günü için evine gittik. İş yerinden diğer arkadaşlar da eşleriyle beraber gelmişlerdi. Çok güzel bir gündü, dünya halkları toplantısı gibiydi. Arnavutluk, Hırvatistan, Macaristan, Hindistan, Hollanda, İtalya, Türkiye, Çek Cumhuriyeti, Romanya aklıma gelen ülkeler. Farklı kültürler, aynı çatı altında. Bu çok kültürlük hoşuma gidiyor. Bu arada Arnavut arkadaşımdan bahsetmeden geçemeyeceğim. İş yerinde Türkçe konuşabildiğim tek kişi. Evet çok güzel Türkçe konuşuyor, çünkü İzmir' de Hukuk okumuş. Ayrıca erkek arkadaşı İtalyan ve çok güzel İtalyanca' da konuşabiliyor, İngilizce ve Hollandaca da cabası. Hayran olmamak mümkün değil.
  • Evimizde Hollanda kanalları için CanalDigitaal ve Türk kanalları için Digitürk var. Ama ben görüntü kirliliği olmasın diye çok ufak ve düz bir anten aldığımdan özelikle yağmurlu günlerde Türk televizyonları  çekmiyor. Hollanda gibi bir ülkede yaşayınca da yağmur eksik olmuyor elbette. Ama şikayetçi değilim, zira televizyona esir olmak istemiyorum. Genelde farklı görüşlerin dile geldiği tartışma programlarını izlemeyi tercih ediyorum yağmursuz günlerde. Bu tartışma programlarında gördüğüm küçük bir tespit; Sanırım insanlarımızdaki en büyük sorunlardan biri "Gri" rengin yokluğu. Bakıyorum herkes ya siyah ya beyaz. Ara renk yok. Türkiye' de siyaset takım tutmak gibi. Senin tuttuğun takım ne derse ne yapsa hep destek tam destek. O nedenle Türkiye de bazen olan bitene şaşmamak elde değil. Ben yurtdışında olduğum için mi kendimi bu kadar objektif hissediyorum bilemiyorum. Ama insanlar çok basit şeyleri büyütüp mesela yapıyorlar çoğu zaman. Hayat gerçekten basit, zorlaştıran bizleriz. Bazı olaylara çok duygusal yaklaşıyoruz. Sanırım Din ve Milliyetçilik işin içine çok girdimi, genelde olaylar çözülemez boyutlara ulaşıyor. İnsanlarımızın da futboldan sonra en çok ahkam kesebildiği konular bunlar olunca, daha uzun bir süre yerimizde sayarız gibi gözüküyor. Halbuki benim arzuladığım düzeni kurmaya mevcut siyasetçilerin gücü yok. Hatta hayal dahi edemiyorlar "Daha İyi Bir Türkiye"nin mümkün olduğunu, ezberlerini bozmak istemediklerinden. İddialı bir cümle gibi oldu belki ama benim gibi her Türk gencinin söylemesi, haykırması gerekiyor. Toplumun kendisine verilenle yetinmemesi, daha iyiyi talep etmesi şart bu da ancak koyun olmamak ile olur. Yoksa her toplum gerçekten hak edildiği şekilde yönetiliyor.
  • Bir de etiket manyağı bir toplum olmuşuz, herşeyi etiketliyoruz ona göre tavır alıyoruz. Şimdi iki cümle söylesem, birinde "Dinsiz" diğerin de "Dinci" damgası yiyebilirim aynı anda farklı kişiler tarafından. Tartışma programlarının başında katılımcılar birbirlerini tarif edip ona göre izleyicilerin taraf olmasını bekliyorlar. Yani saatlerce tartışılsa bir sonuca varılamayacak, el sıkışılıp anlaşılamayacak bir durum. Ama en azından artık her konu konuşulabiliniyor diye sevinmek lazım züğürt tesellisi olarak.
  • Genelkurmay Başkanını tanıdığım, yüzünü bildiğim 2 ülke var. Amerika ve Türkiye. 3 yıldır Hollanda' da yaşıyorum, siyasetçilerini tanıyorum, ama ordu mensuplarını daha televizyonda ya da gazetede hiç  görmedim. Afganistan da askerleri olmasa bu ülkede ordu dahi olduğundan şüphe duyacağım. 
  • Geçen "Forest Gump" filmini izledik Barış ile. Ne diye onca yıl beklemişim bu filmi izlemek için anlamıyorum. Yine 1994 yılı ve yine bir şaheser. Benim gibi seyretmeyeniniz kaldıysa mutlaka izleyin. Çok begendim. Film 1960 lardan 1990 lara kadar olan bir süreyi Amerika' nın çeşitli tarihsel gerçekleri ve olaylarıyla da bağdaştırıp izleyiciye aktarıyor. Filmin bir yerinde ilginç bir sahne vardı. Tarihi hatırlamıyorum ama siyah insanlar beyazlar ile aynı okulda okuma hakkını elde ediyorlar. Okula girecekleri ilk gün tüm medya orada, beyaz öğrenciler bağarıp çağırıyor, itiraz ediyorlar. "Nasıl olur" diyorlar. Ve yıllar sonra siyahi bir başkanları var. Bu sahne beni gülümsetti açıkçası. İki kişinin aralarında Kürtçe konuşmasının yasak olduğu, ya da Kürtçe şarkı söylemek isteyen sanatçılara çatal bıçak fırlatıldığı dönemleri düşündüm. Şimdi Kürtçe TV bile var. Bazı şeyleri aşabilmek için zaman gerekiyor, belki de bir iki nesil. Bakın 1 yıldan fazla bir zaman önce ne yazmışım blogumda Romanları atlayarak, onları da eklemem gerekirdi;
  • "Türkiye' de ırkçılık var mı?" diye sorulsa hepimiz hiç düşünmeden HAYIRRR cevabını veririz sanki ırkçılık sadece Amerika da beyazların siyahlara karşı yaptığı birşeymiş gibi. Halbuki şimdi burada rastgele sıralayacağım kelimelerin kafanızda canlandırdıklarını bir tartın bakalım ve "Türkiye' de ırkçılık var mı?" yerine "ben ayrımcı biri olabilir miyim acaba?" diye sorun.

    Türkler, Engelliler, Kadınlar, Aleviler, Sunniler, Erkekler, Eşcinseller, Araplar, Amerikalılar, Almanlar, Yaşlılar, Yunanlılar, Fransızlar, Lazlar, Hastalar, Çerkezler, Ermeniler, Ruslar, Afganlar, Hintliler, Kürtler, Rumlar, Laikler, İslamcılar, Yahudiler, Ateistler, Metalciler, Çingeneler, Sarışınlar, Matematikçiler, Edebiyatçılar, Futbolcular, Mankenler, Solcular, Sağcılar, Kapitalistler, Sosyalistler, Komünistler, Alttakiler, Üsttekiler, Vejeteryanlar, Hayvan Severler, Hancılar, Hamamcılar, . . . Halbuki hepimiz sadece insanız.
Kısa kısa dedim yine de yazmışım bayağı, bir sonraki yazıma kadar hoşçakalın.

Read more...